9 Ağustos 2012 Perşembe

Higgs Parçacığı


8 Ağustos 2012 Çarşamba

Çekirdek Birleşmesi - Füzyon

            Çekirdek birleşmesi, küçük çekirdeklerin daha büyük bir çekirdek oluşturmak için birleşmesidir.

            İki hafif çekirdek daha büyük ve kararlı bir çekirdek oluşturmak üzere birleşirse veya birbirleriyle kaynaşırsa önemli miktarda enerji çaığa çıkar. Bu nedenle genellikle nükleer tepkimeler olarak adlandırılırlar.

            Çekirdek birleşmesi Güneş'te sürekli olarak meydana gelir. Güneş hidrojen (H) ve helyumdan (He) oluşmuştur. Yaklaşık sıcaklığı 15 000 000 0C ye ulaştığı güneşin iç kısmında, aşağıdaki birleşme tepkimelerinin meydana geldiği düşünülmektedir.


11H + 12H -> 23He
23He + 23He -> 24He + 211H
11H + 11H -> 12H + +10β

Birleşme Reaktörleri

            Birleşme tepkimelerinde enerji üretimi için uygun çekirdek birleştirme yönteminin seçiminde temel düşünce, sistemi çalıştırmak için gerekli olan sıcaklıktır. Bu tepkimeler çekirdekler arasındaki itme kuvvetini yenebilmek için 100 milyonlarca santigrat derece gibi çok yüksek sıcaklıklarda oluşur.

            Çekirdek birleşmesi ısısal bir kirliliğe yol açmaktadır ancak bir takım avantajları da vardır.
1) Yakıtlar ucuz ve neredeyse tükenmezler.
2) İşlem çok az radyoaktif atık üretir.
            Eğer bir birleşme cihazı ömrünü tamamlarsa, reaktörün nüvesinde herhangi bir erime tehlikesi olmaksızın, tamamıyla ve derhal kapanr.

tokamak olarak adlandırılan manyetik plazma kuşatması
            Ancak çekirdek birleşmesi önemli olmasına rağmen teknik sorunlar bir birleşme reaktörü üretimine engel olmaktadır. Birleşmenin meydana gelmesi için çekirdeklerin uzun süre ve uygun sıcaklıkta bir arada tutulabilecek bir yol bulmak gerekmektedir. Yaklaşık 100 milyon santigrat derece sıcaklıkta moleküller var olamazlar ve atomların çoğu ya da tamamı elektronlarından ayrılırlar. Maddenin bu  hali plazma olarak adlandırlan, pozitif iyonların ve elektronların karışımından oluşan bir gazdır. Bu plazmanın muhafaza edilmesi ise müthiş derecede zordur. Bunu muhafaza edecek sistemde plazma katı ile temas etmemelidir. Çünkü aksi takdirde katı yüzeye dokunan sıvı hemen soğuyarak tepkimeyi durdurur. Bu nedenle plazma kompleks bir manyetik alan tarafından kuşatılmış halka şeklindeki bir tünelde hareket eder. Böylece plazma asla sistemin çeperiyle temas etmez.

Hidrojen Bombası

            Hidrojen bombaları hidrojen ya da döteryum içermezler. Bu bombalar iyi bir şekilde paketlenebilen lityum döterür (LiD) içerirler.

            Hidrojen bombasının patlaması önce bozunma ardından birleşme tepkimelerinin meydana geldiği iki aşamada gerçekleşir. Birleşme için gerekli sıcaklığa bir atom bombası ile ulaşılır. Atom bombası patladıktan hemen sonra büyük miktarda enerjinin açığa çıktığı aşağıdaki birleşme tepkimeleri meydana gelir.


36Li + 12H -> 2 24α
12H + 12H -> 13H + 11H

            Bir birleşme bombasında kritik kütle yoktur. Patlamanın şiddeti tepkenlerin miktarı ile sınırlıdır. 
Termonükleer bombalar atom bombalarından daha temiz bombalar olarak tanımlanır.  Çünkü radyoaktif izotop olarak sadece  β-parçacıkları yayan trityum ve bozunmanın başlangıç ürünlerini oluştururlar. Fakat yapıda kobalt gibi bazı bozunmayan maddeler birikerek çevre üzerindeki olumsuz etkileri atırabilir.

 

7 Ağustos 2012 Salı

Çekirdek Bölünmesi - Fisyon


            Çekirdek bölünmesi (fisyon) ağır bir çekirdeğin ( kütle numarası > 200) daha küçük kütleli ara ürün çekirdeklerine ve bir ya da birden fazla nötrona bölünmesi işlemidir. Ağır çekirdekler oluşan ürünlerden daha kararsızdır. Bu nedenle çekirdek bölünmesi sonucu büyük miktarda enerji açığa çıkar.

            Uranyum-235 çalışılan ilk çekirdek bölünmesi tepkimesidir. Bu tepkimede uranyum-235 yavaş nötronlarla bombardıman edilir. Ve şekildeki gibi bölünür. Fakat aslında bu tepkime çok karmaşıktır ve bölünme ürünleri arasında 30 dan fazla farkı element bulunmuştur.

            Çok sayıda ağır çekirdek bölünmesi olmasına karşın, pratik önemi olan bölünmeler doğal uranyum-235 in ve yapay plütonyum-239 izotopunun bölünmesidir.

            Uranyum-235 bölünme tepkimesinin önemi, sadece açığa çıkan büyük miktardaki enerjiden kaynaklanmaz. Tepkimede başlangıçta yakalanandan daha fazla nötron üretilir. Bölünmenin başlangıç basamağında oluşan nötronlar, diğer uranyum çekirdeklerini bölebilirler. Bu da daha fazla nötron üretimi ve bu şekilde tepkimelerin devam etmesi demektir. Böylelikle de çekirdek zincir tepkimesini meydana gelir. Bu tepkime birbirini izleyen çekirdek bölünme tepkimelerinin kendiliğinden oluşması şeklinde yürür. Ve nötronlar ortamda uzaklaştırılmadıkça da tepkimeler devam eder.

            Fisyon tepkimeleri atom bombalarının yapımında ve nükleer santrallerde enerji üretiminde kullanılır.

Atom Bombası

            Çekirdek bölünmesinin ilk uygulaması atom bombası yapımıdır. Patlama kontrolsüz çekirdek bölünmesi yolu ile sağlanır. Çekirdek tepkimesi zincirleme ve çok hızlı bir şekilde gerçekleştiğinden ortaya devasa bir enerji çıkar ve patlama beraberinde şok dalgası yaratır.

            Bir zincirleme tepkimesinin meydana gelmesi için ortamda nötronları yakalayabilecek miktarda uranyum-235 bulunmalıdır. Aksi halde nötronlar örnekten uzaklaşır ve zincir tepkimesi meydana gelmez. Bu durumda örneğin kütlesi "kritikaltı kütle" olarak adlandrılır. "Kritik kütle" ise zincirleme reaksiyonu kendiliğinden devam ettirebilecek minimum bölünebilen madde miktarıdır.

            Patlama tehlikesinden dolayı bir atom bombası asla kritik kütlede çekirdeğin bir araya getirilmesi ile hazırlanmaz. Bunun yerine iki kritikaltı  U-235 kütlesi bombaya ayrı ayrı yerleştirilir ve bunları bir araya getirip kritik kütleyi oluşturmak için TNT gibi bir patlayıcıdan yararlanılır. Cihazın merkezindeki bir kaynaktan çıkan nötronlar çekirdek zincir tepkimesini başlatırlar.

            6 Ağustos 1945 ‘te Japonya’nın Hiroşima kentine atılan bomnada bölünebilen madde Uranyum-235 idi. Üç gün sonra Nagazaki üzerinde patlatılan bombada ise plütonyum-239 kullanılmıştır. Bu iki olayda gerçekleştrilen bölünme tepkimleri yıkımın boyutu açısından benzerdir.

Nükleer Reaktörler

            Nükleer reaktör, zircirleme çekirdek tepkimesinin başlatılıp denetimli bir biçimde sürdürüldüğü cihazlardır. Kontrollü zincir tepkimesinden açığa çıkan ısıyı genellikle elektrik enerjisine çevirir.

            Nükleer reaktörlerin birkaç farklı tipi vardır.

Hafif Su Reaktörleri

            Dünyadaki nükleer reaktörlerin çoğu hafif su reaktörleridir.

            Bölünme işleminde uranyum-235 in yavaş nötronlarla bombardıman edilmesi hızlı nötronlarla bombandıman edilmesinden daha fazla verim sağlar. Bu nedenle bilim insanları nötronların kinetik enerjisini azaltan ve moderatör olarak adlandırılan maddeler kullanmaktadır. İyi bir moderatör: toksik olmamalı, ucuz olmalı ve aynı zamanda nöton bambardımanı  sonucu radyoaktif bir maddeye dönüşmemelidir. Dahası soğutma sıvısı olarak kullanılabilmesi için akışkan olması bir avantajdır. Su, bu amaç için düşünülen pek çok maddeden avantajıdır. Ancak bu gereksinimlerin tamamını karşılayan hiçbir madde yoktur.

            Moderatör olarak su kullanılan reaktörler hafif su reaktörü olarak adlandırırlır. Bir hafif su reaktörünün etkili bir biçimde çalıştırılabilmesi için Uranyum-235 derişimi %3-4 olarak zenginleştirilmelidir.

            Nükleer reaktörler, çekirdek tepkimeleri tarafından yayılan ısıyı soğuran ve onu reaktör dışına aktaran soğutma sistemlerine sahiptirler. Dışarıya transfer edilen bu ısı bir elektrik jeneratörünü çalıştırmak için gerekli buharı üretmede kullanılır.

Ağır Su Reaktörleri

            Ağır su reaktörlerinde moderatör olarak su yerine ağır su (D2O) kullanılır. Döteryum nötronları, hidrojene göre daha az soğurur ve reaktör daha verimli çalışır. Bu sayede uranyumun zneginleştirilmesine de gerek kalmaz. Ancak döteryum daha az sayıda nötron yakaladığı için çok sayıda nötron reaktörden dışarı kaçmaktadır.  

            Ağır su reaktörlerinin avantajı, uranyum zengişleştirmek için gerek duyulan inşaat maliyetlerinin bertaraf edilmesidir.

Besleyici Reaktörler

            Besleyici reaktörler yakıt olarak uranyum kullanır ancak bu tür reaktörler kullanıldığından daha fazla bölünebilen madde üretirler.

           Besleyici bir reaktörde uranyum-235 yada plutonyum-239 içeren nükleer yakıt uranyum-238 ile karışırılır ve böylece plütonyum-239 üretilir. Böylece başlangıçtaki nükleer yakıt tükenirken bölünebilen madde stoku sürekli olarak artar. Bu sayede reaktöre yeniden yakıt koyma aralığı, besleyici olamayan reaktörlerinkine göre 7-10 yıl artar.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Çekirdek Tepkimelerinin Doğası


            Hidrojen dışında diğer bütün çekirdekler proton ve nötron adı verilen iki temel parçacık içermektedirler. Bazı çekirdekler bulundukları halde kararsızdırlar ve kendiliğinden parçacık veya elektromanyetik ışınım yayarlar. Bu olaya ise radyoaktiflik denmektedir. Atom numarası 83 ten büyük olan tüm elementler ise radyoaktiftir.

            Diğer bir radyoaktiflik tipi ise çekirdek transmutasyonudur. Bu olayda çekirdekler nötronlar, protonlar veya diğer çekirdeklerle bonbandıman edilirler.

            Radyoaktif dönüşümler ve çekirdek transmutasyonları çekirdek tepkimeleri olup, olağan kimyasal tepkimelerden çok farklıdır.

            Bu tepkimler sonucunda;
-Elementler (ya da elementin izotopları) birbirlerine dönüşürler,
-Soğurulan ya da açığa çıkan enerji miktarı çok büyüktür.

            Çekirdek tepkimelerinde;
-Protonlar, nötronlar, elektronlar ve diğer temel parçacıklar yer alabilirler.
-Tepkime hızları sıcaklık, basınç ve katalizörlerden etkilenmezler.

Çekirdek Kararlılığı

            Bir çekirdeğin kararlılığı belirleyen etmen nötron sayısının proton sayısına (n/p) oranıdır. Küçük atom numaralı ve kararlı elementlerde bu oran 1 e yakındır.

            Kararlı çekirdekler grafikte “kararlılık kuşağı” adı verilen alanda bulunmaktadır. Radyoaktif çekirdeklerin çoğu bu kararlılık kuşağının dışındadır. Bu kuşağın üstündeki bölgede kalan çekirdeklerin n/p oranları kuşaktakilere göre büyük olup, bu çekirdekler “β-parçacığı yayımı” adı verilen bir bozunma gerçekleştirirler: 
 01n  ->  11p +-10β

            β-parçacığı yayımı proton sayısını arttırırken, nötron sayısını azaltır. Örn:
 614C ->  714N + -10β

Kararlılık kuşağının altında, çekirdekler kuşaktakine göre daha düşük n/p değerlerine sahiptir ve bu oranı yükseltmek için ( yani kararlılık kuşağına doğru yükselmek için) ya bir pozitron yayar:  11p -> 01n + +10β  ya da elektron yakalar.

Doğal Radyoaktiflik

doğal radyoaktiflik
           Karalılık kuşağı dışından kalan çekirdekler ile proton sayısı 83 den büyük olanlar kararsızlık gösterirler. Kararsız çekirdekler kendiliğinden parçacık veya elektromanyetik ışın yayarlar. Bu olaya radyoaktiflik denir.

Işıma türlerinin başlıcaları:
α  parçacıkları ( iki yüklü helyum çekirdeği He+2 )
β parçacıkları ( elektronlar )
Ɣ ışınları ( 0,1 nm – 10-4 nm arasında çok kısa dalga boylarında elektromanyetik dalgalar)
pozitron salınımı ve 
elektron yakalanmasıdır.

            Radyoaktif bir çekirdeğin bölünmesi genelde bir radyoaktif bozunma serisini başlatır ve bir dizi zincirleme tepkimeleri sonucunda kararlı bir izotop oluşur.




3 Ağustos 2012 Cuma

Radyoaktiflik


            Radyoaktivite, atom çekirdeğinin, tanecikler veya elektromanyetik ışımalar yayarak kendiliğinden parçalanmasıdır.

X-ışını
            1895 yılında Alman Fizikçi Wilhelm Röntgen katot ışınlarının, cam ve metallerin olağan dışı ışın yaymasına neden olduğunu gördü. (Katot ışınları: çok düşük basınçlı bir cam borunun içindeki katottan dik olarak çıkan elektronlardır.) Yayımlanan bu yüksek enerjili radyasyon maddenin içinden geçebiliyor, fotoğraf filmi levhalarını karartıyor ve çeşitli maddelerin fluoresan ışık yaymasına neden oluyordu. Bu ışınlar bir mıknatıs etkisi ile saptırılamadığından, katot ışınları gibi yüklü tanecikler değildi. Röntgen bu ışınlara  X-ışını adını verdi.

Radyoaktivite

Radyoaktivite            Röntgen’in bu buluşundan hemen sonra, Pariste bir fizik profesörü olan Antoine Becquel, maddelerin fluoresan özelliklerini incelemeye başladı. Tamamen bir tesadüf sonucunda Becquel, kalın kağıtla sarılmış fotoğraf filmi levhalarının  bir uranyum bileşinin etkisinde  katot ışınları olmadan da karardığını fark etti. Uranyum bileşiğinden kaynaklanan bu ışınlar aynı X-ışınları gibi yüksek enerjili idi ve bir mıknatıs ile saptırılamıyordu: Ancak X-ışınlarından farklı olarak bu ışınlar kendiliğinden oluşuyordu. Becquel’in öğrencilerinden biri olan Marie Cuire, kendiliğinden tanecik ve/veya ışın yayılması olgusunu betimlemek üzere radyoaktiflik terimini önerdi. Bu nedenle, kendiliğinden radyasyon yayımlayan herhangi bir elemente radyoaktif element denir.

            Daha sonraki araştırmalar uranyum gibi radyoaktif maddelerin bozunması ya da parçalanması ile üç tür ışın oluştuğunu ortaya koydu. Bu ışınlardan ikisi artı ve eksi metal yüklü levhalar tarafından saptırılır. Alfa (α) ışınları, α tanecikleri adı verilen artı yüklü taneciklerden oluşur, ve bu nedenle de artı yüklü levha tarafından saptırılırlar. Beta (β) ışınları, elektron olup eksi yüklü levha tarafından saptırılırlar. Üçüncü çeşit radyoaktif ışıma, gama (Ɣ) ışıları adı verilen yüksek enerjili ışınlardan oluşur. Tıpkı X-ışınları gibi Ɣ ışınları da yüksüz olup, dışsal bir elektrik veya manyetik alan tarafından etkilenmezler.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) - Transgenetik Canlı


            Biyoteknolojik yöntemlerle bir canlıdaki genetik özelliklerin kopyalanarak, bu özelliği taşımayan bir başka canlıya aktarılması sonucunda üretilen yeni canlıya Genetiği Değiştirilmiş Organizma ya da Transgenetik canlı denilmektedir.

Transgenetik Canlı            1980’lerden sonra biyoteknoloji alanındaki gelişmeler organizmaların genetik yapılarının mühendislik işlemleriyle işlenebilmesi ve biçimlenebilmesini olanaklı hale gelmiştir. Bu sayede organizmaların gen yapıları amaç doğrultusunda değiştirilebilmektedir. Örneğin bir virüs veya bakteriye ait gen bir bitkiye aktarılabilir.

            İlk transgenetik yani genetiği değiştirilmiş, uzun raf ömrüne sahip Flavr Savr domatesi 1996’da satışa sunulmaya başlanmıştır. Ardından ise bunu transgenik mısır, pamuk, kolza ve patates izlemiştir. Ekimi en yaygın genetiği değiştirilmiş bitkiler ise soya, mısır, pamuk ve kanoladır.

            GDO’lu bitkilerin ekim alanlarının bulunduğu ülkeler arasında ABD, Arjantin, Kanada, Brezilya, Çin, Avustralya, Hindistan, Romanya, Uruguay, İspanya da yer almaktadır.


Genetiği Değiştirilmiş Organizma Nasıl Oluşturulur?

             Transgenik olacak ürüne aktarılacak gen öncelikle bulunduğu canlının DNA’sından kesilerek çıkarılır. Daha sonra bu gen seçilmiş bir organizmada çoğaltılır. Ardından vektör adı verilen taşıtıcı bir virüs ile bu gen, genetiği değiştirilecek canlının DNA molekülüne yapıştırılır. Organizma artık bu yeni geni üretmeye başlar ve karşılığı olan proteini sentezler.



 GDO’nun Yararları Neler Olabilir?

            Bu yöntemle elde edilen bitkiler, ilaçlara ve zararlılara karşı daha dayanıklı hale getirilebilir. Böylece ilaç kullanımı azaltılabileceği gibi transgenik canlıları hastalıklara karşı dirençli hale getirmek, sağlayacağı verim artışı ile Dünya’daki açlıkla mücadele sağlayabilir.

            Bitkiler daha cazip hale getirilebilir ve daha çok ürün alınabilir.

            Meyvelerin olgunlaşma süresi değiştirilebilir, besin öğeleri zenginleştirilebilir, depolama ve raf ömrü uzatılabilir ve besinlerin tatları da artırılabilir.

            Bu çalışmalara hayvanlar da dahil edilerek ekonomik olarak üretime dahil edilebilir: değişik balık türlerine farklı hastalıklara karşı dayanıklılık genleri aktarılabilir, hormon kodlayan genlerin klonlaması sonucu doğurganlık ve büyüme hızı bakımından ideal hayvanlar elde edilebilir.

            Transgenetik bazı organizmalar ise antikor, enzim üretmek veya sanayide farklı amaçlı kullanıma yönelik ürünler elde etmek üzere yönlendirilebilir.

GDO’nun Öngörülen Zararları Nelerdir?

            GDO’lu ürünlerin zararları çok tartışılan bir konudur. Nedeni ise bu ürünlerin üretiminin henüz yeni olması ve somut etkilerinin ortaya çıkması için uzun yıllara ihtiyaç olmasıdır. Ancak bilim insanları bu konu ile ilgili olabilecek tehlikeli durumları da vurgulamıştır.

            GDO ile bir ürüne ait olmayan bir özellik ona kazandırılabilir.  Fakat canlıya verilen bu özellik o organizmanın çevre ile etkileşimi sonucunda olumsuz bir durum ortaya çıkarabilir. Örneğin GDO’u bir patatesin farelerde zehir özelliği göstererek, onların bağışıklık sistemini bozduğu gözlenmiştir. Yine örneğin fındık üzerinden alınan bir genin, başka bir ürüne aktarıldığında, o ürünün fındığa ait özellikleri üretmeye başlaması, fındığa alerjisi olan bir insan tarafından tüketildiğinde o kişi için tehlike oluşturabilir.
 
            Dünya’da yaşayan tüm canlılar belirli bir ekosistem içerisindedir ve tüm canlıların yaşamları zincirleme reaksiyonlar ile birbirlerine bağlıdır. Sonuçta insan, hayvan, bitki, mikroorganizmalarda yapılan her bir değişiklik bütünün bir diğer parçası olan biyoçeşitliliğini etkileyecektir. Örneğin bir ürünün hastalıklara ve zararlılara karşı dayanıklı olması için genleriyle oynandığında, o üründen beslenen başka bir canlı türünün besin sağlayamadığı için o bölge de yok olmasına neden olabilir.

            Ayrıca yabani ot ilacına dayanıklı genler aktarılmış bir ürünün yetiştirildiği tarlaya ertesi yıl farklı bir ürün ekildiğinde, tarlada bir önceki seneden kalan GDO’lu ürün için yerin ürün yabancı ottur. Ve bu durumda yeni ürüne şans tanımamaktadır.

            GDO’lu ürünlerin yetiştirildiği bir bölgede arılar, kuşlar, böcekler ve rüzgarın etkisiyle oluşan tozlaşma GDO’lu polenleri komşu tarlalara taşınıp oradaki ürünlerde de genetik değişikliklere yol açabilme tehlikesi de öne sürülmektedir. Gen Kaçışı denen bu olay da bitkileri tek tipleştirebilir.

31 Temmuz 2012 Salı

Schrödinger'in Kedisi



            
           Erwin Schrödinger (1887-1961), oluşturduğu dalga denklemiyle tanınan ve kuantum mekaniğine yaptığı katkılarıyla Nobel Ödülünü almış Avustralyalı fizikçidir.

            Schrödinger’in kedisi, yine kuantum fiziği ile ilgili ve hakkında pek çok tartışma yapılmış bir düşünce deneyidir.

           
             Deneye göre sağlıklı bir kedi hava alabilen kapalı bir kutuya yerleştirilir. Kutunun içerisinin hiçbir şekilde gözlemlenmemesi ise deneyde kilit bir rol oynar. Kutunun içerisinde bir düzenek vardır.  Bu düzeneğe göre kutuda bozunma olasılığı %50 olan radyoaktif bir parçacık vardır. Parçacığın bozunma olasılığın %50 olması sayesinde parçacığın bozunup bozunmayacağı önceden kestirilemez. Eğer bu parçacık bozunursa ortama ölümcül zehirli bir gaz yayılacak ve kedi ölecek, parçacık bozunmaz ise kedi yaşayacaktır. Böylelikle makroskobik bir sistemdeki kedinin kaderi mikroskobik bir parçacığın davranışına bağlanmıştır.

            Fakat asıl nokta deneyin sonucunda kedinin öldüğü veya yaşadığı değil, deneyin gözlemlenemeyen kısmında kutunun içinde neler olduğudur. Dalga fonksiyonun anlamı “ya bozunma oldu ve kedi öldü ya da bozunma olmadı ve kedi hayatta” gidi uç noktalarda iki olasılığı anlatmaktan ibaret değildir. Eğer Schrödinger’in analizi doğru ise kuantum kuramı, gözlemlenmediği sürece kedinin kutunun içinde iki durumunun da yan yana bulunduğunu söylüyor. Yani kedi hem ölü hem de diridir.

             Kutu açıldığı anda gözlemci de katılımcı olur. Kuantum dilinde bu duruma dalga işlevinin çöküşü denir. Yani birkaç olasılıktan bir tanesine indirgenen durumda gözlemci de evrene dahil olur.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Kuantum Fiziği - Çift Yarıklı Girişim Deneyi

  

Einstein, kuantum dünyası ile ilgili bir düşüncesinde şunları belirtmiştir: Eğer bir tabancadan bir kurşun ateşlerseniz, kurşun Dünya'da ki yerçekimi kanunlarına göre hareket edecektir.  Ancak eğer tabancadan bir elektron ateşlerseniz, elektron yerçekimi kanununa göre değil kuantum dünyasına göre hareket edecektir.

29 Temmuz 2012 Pazar

Klasik Fizikten Kuantum Kuramına


            Bilim insanlarının atom ve molekülleri anlamaya yönelik ilk çabaları, kısmi bir başarı ile sınırlı kalmıştır. O günlerde fizikçiler moleküllerin zıplayan toplar gibi davrandıklarını varsayıyordu. Bu yaklaşımla moleküllere ilişkin bazı makroskopik olguları, örneğin gazların basıncını açıklayabilmekteydiler. Bu model atomları bir arada tutan kuvvetleri açıklamakta yetersiz kalmaktaydı. Atom ve molekül gibi küçük taneciklerin özelliklerinin, büyük cisimler için önerilen yasalarla açıklanamayacağını kavramak ve kabullenmek uzun süre almıştır.

            Kuantum kuramı Planck, Einstein, Bohr, De Broglie, Schröedinger, Heisengberg gibi bilim adamlarının katkılarıyla oluşmuş ve bu onlara Nobel Ödülü’nü kazandırmıştır.

            Bu konudaki ilk başlangıcı 1900 yılında kuant konusundaki açıklamalarıyla fizikte yeni bir dönem başlatan Alman Fizikçi Max Plank (1858-1947) yapmıştır. Plank, değişik sıcaklıklarda ısıtılan katıların yayınladığı ışımaya ilişkin verileri incelemiş ve atom ve moleküllerin sadece enerji paketçikleri (kuant) adı verilen belirli miktardaki enerjiyi yayınladıklarını keşfetmiştir.

            O zamana kadar fizikçiler, enerjinin daima sürekli olduğunu kabul etmektedirler. Hâlbuki Plank’ın kuantum kuramı, tüm fiziği alt üst etmiştir. Bu durumun yarattığı yoğun araştırma heyecanı, doğa kavramına yönelik fikirleri de bütünüyle değiştirmiştir.

            19. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar, cisimlerin belirli sıcaklıkta yayınladıkları ışıma enerjisi miktarının, ışımanın dalga boyuna bağlı olduğunu göstermiştir. Bu bağlılığın dalga kuramı ve termodinamik yasalar çerçevesinde açıklanması çabaları kısmen başarılı olabilmiştir. Bir kuram kısa dalga boyu için enerji- dalga boyu ilişkisini açıklamada başarılı olurken; uzun dalga boyundaki ışımalara açıklama getirememiştir. Bu durum, klasik fizik yasalarında temel bir eksikliğin var olduğu kuşkusunu doğurmuştur.

            Plank, bu problemi alışılagelmiş kavramlardan çok farklı bir varsayım yardımıyla çözebilmiştir. Klasik fizik, atom ve moleküllerin herhangi bir miktardaki enerjiyi yayınlayabileceklerini (veya soğurabileceklerini) varsaymaktadır. Plank ise atomların ve moleküllerin enerjiyi, küçük paketler veya demetler gibi belirli miktarda yayınlayıp soğurabileceğini savunmuştur. Plank, enerjinin elektromanyetik ışıma şeklinde yayınlayabilen veya soğurabilen en küçük miktarına kuantum adını vermiştir. Tek bir kuantumun enerjisi E ise, E=hv (v=dalga frekansı, h=plank sabiti) eşitliği ile ifade edilmiştir.

            Kuantum kuramına göre, enerji daima hv’nın katları olarak yayınlanır. Örneğin enerji hv, 2 hv, 3 hv değerlerinde olabilir. Ancak asla 1,67 hv veya 4,89 hv gibi değerlerde olamaz. Plank, kuramını ilk ortaya koyduğu günlerde enerjinin neden sabit ya da bu şekilde kesikli paketcikler halinde (kuantlı) olduğunu açıklayamadı. Ancak ortaya koyduğu bu hipotezle ısıtılan katıların yayınladıkları ışımaya ilişkin deneysel veriler, elektromanyetik ışıma bölgesinin tamamı için açıklanabilmekte ve kuantum kuramını destekler doğrultudaydı.

            Plank’ın kuantum kuramını ortaya atmasından sadece beş yıl sonra 1905’te Albert Einstein (1879-1955), kuantum kuramının gizemini kullanarak fotoelektrik olayını çözdü. Fotoelektrik olayda metal bir yüzeye düşürülen ışık, yüzeyden elektron koparır. Koparılan elektron, devrede bir akım meydana getirir. Ancak eşik frekansının altında uyarma ışığı ne kadar şiddetli olursa olsun, elektron çıkışına neden olmaz. Bu nedenle de fotoelektrik olay ışık-dalga kuramı ile açıklanamamıştır. Ancak Einstein sıra dışı bir yaklaşımla ışık demetinin gerçekte bir parçacık seli olduğunu öne sürmüştür. Günümüzde bu ışık parçacıkları foton olarak adlandırılmaktadır.

            Einstein’in, Plank’ın kuantum kuramından yola çıkarak ışığın aslında dalga olmayıp fotonlardan, yani kuantum paketçiklerinden oluştuğunu öne sürerek sonuca açıklama getirdi. Buna göre elektronların metalden ayrılarak serbest hale geçmeleri için, frekansı yeterince yüksek bir ışık gereklidir. Metal yüzeyine ışık demetinin uygulanması, metal atomlarına bir foton ya da parçacık tabancası ile ateş etmeye benzer. Eğer bu fotonları hv değeri, elektronları metale bağlayan enerjiye tam olarak eşit ise, ışık enerjisi (foton) metalden elektron koparmak için yeterli olacaktır.
 
              Ancak ışığın parçacık gibi davranabileceğinin kesin kanıtı, Arthur Holly Compton (1892-1962) tarafından 1922’de bulundu. Compton, yüksek enerjili X ışınlarının fotonu ile karbon atomunun serbest elektronun çarpıştırılması sonucu, fotonun momentumu varmış gibi davrandığını gözlemledi.

            Newton zamanından beri ışığın davranışını anlamaya yönelik olarak yapılan girişim ve kırınım deneyleri ışığın dalga karakterinde olması gerektiğini söylerken, bu deneyler henüz ışığın parçacık yapısıyla açıklanamamıştı.

            Bu da ışığın davranışına yönelik bir dalga-parçacık ikilemi oluşturmuştu. Fakat aslında her iki varsayımda doğrudur. Işık bazı olaylarda dalga, bazı olaylarda parçaçık gibi davranırken her iki özelliği de aynı anda göstermez. Yani aynı anda hem parçacık gibi hem de dalga gibi davranamaz.

            Danimarkalı bilim adamı Niels Bohr (1885-1962) ise günümüzde de kabul edilen teorisini 1913’te oluşturdu. Bohr’un varsayımları şöyleydi:

1)      Elektronlar, protonların etrafında coulomb çekim kuvvetleri etkisi altında ( + yükün – yükü çekmesi) , dairesel bir yörüngede hareket eder.

2)      Elektronlar çekirdeğin etrafında belirli enerji seviyelerindeki yörüngelerde dolanırlar. Bir üst yörüngeye geçmek için enerji alırken, bir alt yörüngeye geçerken de enerji salarlar.

3)      Elektron ancak, enerjisi E1 olan kararlı bir durumdan, daha düşük enerjili bir E2 durumuna geçiş yaptığında enerji farkıyla orantılı bir enerji yayınlar.

            Bohr yaklaşımı ile helyum ve lityum gibi birden fazla elektron içeren atomların yayılma spektrumlarını açıklayamıyordu. Ayrıca Bohr atom modeline göre elektonlar çekirdeğin etrafında sadece belirli uzaklıklardaki yörüngelerde dolanıyordu. Ve neden bu kısıtlamanın olduğuna dair bir açıklama da yapılamıyordu.

            Ancak 1924 yılında Fransız fizikçisi Louis de Broglie ışık dalgalarının parçacık seli (foton) gibi davranabilmesinden yola çıkarak: elektron gibi parçacıkların da dalga özelliği gösterebileceğini öne sürdü. De broglie bulguları, dalgaların tanecik, taneciklerin de dalga benzeri özellik sergileyebilecekleri sonucuna ulaşmasını sağlamıştır. Broglie ye göre elektronlar, hem tanecik hem de dalga olarak ikili bir doğaya sahiptirler.


            1926 yılında bu sefer Avustralyalı fizikçi Erwin Schrödinger (1887-1961) dalga fonksiyonunun uzaya ve zamana bağlı değişimini gösteren denklemi bulmuştur. Schrödinger elektronların bir durumdan başka bir duruma ani değişimlerini bir keman telinin titreşimleri gibi, bir notadan diğerine geçiş olarak yorumlamıştır.

            1928’de Paul Adrian Maurica Dirac (1902-1984) özel rölavite teorisini kuantum mekaniği ile uyuşturmuştur.

            Elektronların dalga özelliklerinin keşfi, bir dalganın konumunu belirleme problemini de beraberin de getirdi. Dalganın uzayda yayılması, konumunun tam olarak belirlenememesi sorununu ortaya çıkarmıştı.

            Elektronun olağan üstü küçük bir kütleye sahip olması, ikili doğasını anlamayı daha da sorunlu hale getirmektedir. Bir dalga gibi davranabilen atom boyutunda taneciklerin konumunun belirlenmesine yönelik olarak, Alman fizikçi Werner Heisenberg (1901-1976), adı ile anılan ünlü “Heisenberg belirsizlik ilkesini (1927)”  ortaya attı: Bir taneciğe ilişkin hem konum hem de momentum (kütle * hız) aynı anda tam olarak bilinemez. Başka bir deyişle, bir taneciğin momentumunun kesin bir şekilde ölçülebilmesi, o taneciğin konumunun daha az kesinlikle bilinmesi demektir. Elektronun da momentumu ve konumu aynı anda kesin olarak ölçülemeyeceğine göre, elektronun tam olarak tanımlanmış yörüngelerde dönen bir tanecik olarak tasarlanması da mümkün değildir.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Hazır Gıdalar, Hazırlanma Süreçleri ve Tehlikeleri


            Teknolojinin gelişmesi, kentleşme, kadının iş hayatına atılması, yoğun iş temposu, seyahat etme, çocukların okulda daha uzun zaman geçirmeleri, yalnız yaşama gibi etkenler nedeniyle insanlar hazır ve hızlı yemeklere rağbet göstermeye başlamışlardır.  İnsanlar çalışma koşullarının bir zorlaması sonucu kullanımı pratik olduğundan işlenmiş ürünleri tüketme alışkanlıkları kazanmaya başlamışlardır.

Hazır Gıda Nedir?

            Gıda sektöründeki üretim sürekliliğinin sağlanabilmesi için hammaddelerin hasattan sonra uzun süreler dayandırılması önem arz etmektedir. Buna göre hazır gıdalar ambalajından çıkarıldıktan sonra doğrudan veya en düşük seviyede işlem (ısıtma, mikrodalga, ısıtma vb.) uygulanarak servis edilen ve tüketilebilen gıdalardır.

HAZIR GIDALARIN HAZIRLANMA SÜREÇLERİ

Ham Madde Seçimi: Gıda firması satın alacak olduğu ürünün temiz topraklarda, temiz suyla ve temiz havada yetişmiş olması, ürünün hasat sırasındaki işlemlerine dikkat edilmesidir. Ürün taze ve tabi olmalıdır.

Gıda Üretim Teknikleri: Gıda firmaları üretim talimatları hazırlamalı ve uygulamalıdır. Bu talimatlar sıcaklık, zaman ve basınç gibi ayarlardır. Teknikler ise; ürün asitliği düzenlenmesi, su aktivitesinin kontrolü ve dondurma. 

Çalışan Hijyen Uygulamaları: Gıdalara doğru işlemlerin uygulanması; gıdalara yeni bulaşmaların önlenmesini, var olan bakterilerin tehlikeli olabilecek sayılara ulaşmasını ve gıda zehirlenmesi oluşması engellenebilmesi hijyen talimatlarına uyulması ile mümkündür. Aksi takdirde insan sağlığını tehdit eder.

Hazır Gıdaların Paketlenmesi ve Sunumu: Gıda paketleme malzemesi temiz ve dayanıklı olmalı, toksik olmamalıdır. Paketleme malzemesi, paketlenecek gıdaya uygun, kullanım öncesi depolamaya  da dayanabilmelidir.


Hazır Gıdalarda Bulunan Katkı Maddeleri

Gıda katkıları; tek başına gıda olamayan ancak gıdalara üretim, işleme, depolama veya ambalajlama gibi aşamalarda katılan madde veya madde karışımları ifade etmektedir

Gıda Katkı Maddeleinin Kullanımı:

-Gıdaların görünüşünü, lezzetini, yapısını iyileştirmek,  
-Biyolojik ve besleyici değerrini korumak veya düzeltmek,  
-Gıdalardaki istenilmeyen değişiklikleri engellemek,             
-Ürünün kalitesini ve raf ömrünü arttırmak,            
-Gıdalardaki bozulma ve mikrobiyal gelişmeleri önlemek,       
-Gıdaların zehirleyici ve hastalık yapıcı etkilerini ortadan kaldırmak, amacıyla olmaktadır.

Birleşmiş Gıda Maddeleri Uzmanlar Komitesinin sınıflandırmada göre gıda katkı maddeleri;

Renk Maddeleri: Teknolojik işlem görmüş meyve, sebze, tahıl, et, süt ve şekerleme endüstrisinde kısmen ya da tamamen kaybolan rengi tekrar kazandırmak amacıyla kullanılır.

Koruyucular: Gıdaların mikroorganizmalar tarafından bozulmasını önleyerek, raf ömürlerinin uzatılmasını sağlar.   
                                                 
Antioksidanlar: Gıdaların hava ile teması sonucu meydana gelen oksidasyonu önlemek için kullanılır.
                                                            
Tat ve koku Maddeleri: Üretim sırasında gıdada kaybolan tat ve kokuyu tekrar kazandırmak, zenginleştirmek, çekici hale getirmek için kullanılır. Gıda endüstrisinde kullanılan doğal tat ve koku maddelerine melek otu, fesleğen, bergamot, kakao, tarçın, hardal, safran, nane, misket limonunu örnek olarak verebiliriz.     

Kelatlar: Gıdaların stabilizasyonunda önemli rolleri olan metal ya da toprak alkali iyonlarla karmaşık oluşturarak iyonların etkilerini zayıflatan bu iyonların gıdalardaki etkilerini değiştiren katkı maddeleridir.

Yapı Düzenleyiciler: Stabilizatörler, emülgatörler (yüzey aktif maddeler) ve topaklaşmayı önleyiciler.

Yağla Yer Değiştiren Maddeler:

i. Karbonhidrat yapısındaki katkılar: Modifiye nişastalar, selüloz, gamlar, hemiselüloz ve pektin yapı azaltılmış gıdalarda kullanılarak yağların özelliklerini kısmen karşılamaktadır.
ii. Protein yapısındaki katkılar:  Jelatin özellikle katı ürünlerde (margarin gibi) yağı azaltmada kullanılan önemli bir katkı maddesidir.                           
iii.Kalorisi azaltılmış yapay yağlar : Bu madde kakaolu ürünler ve şekerlemelerde kullanılmaktadır.

Asitler-Bazlar: Tat oluşumu ve koruyucu etkilerin dışında pek çok amaçla kullanılır.

Tatlılaştırıcı Maddeler: Gıdalara şeker tadıvermek amacı ile katılan her türlü tatlılaştırıcı maddedir.

Enzimler: Gıdaların muhafazasında koruyucu amaçla kullanılan enzimler hidrolazlar ve oksidoredüktazlardır.

Ph kontrol: Zayıf asidik bir tat vermeleri ve  ağızda kalan istenmeyen tatları da maskeler.

Polihidro alkoller: Bu maddelerin hidroksil grupları su ile hidrojen bağları oluşturur.
Böylece gıdaların suyu tutulur. Örneğin, tütüne gliserol gibi bir polialkolün katılmasıyla nemden korunur.


E kodlu ürünler ne demektir?            

Avrupa bilimsel komitesi tarafından incelenmiş ve gıda katkı maddesi olarak kullanımında sakınca görülmeyen maddeler için verilmiş onayı belirleyen ve katkı maddesinin kimyasal adı yerine kullanılan tanıtıcı bir işarettir. Örneğin; ürünlerin raf ömrünü iki yıla kadar uzatan E211 kodlu sodyum benzoat.

Hazır Gıdaların Tehlikeleri                        

A. Fiziksel tehlikeler: Gıdalarda bulunmaması gereken cam kırıkları, plastik, kemik, kâğıt, taş, toprak, tahta, metal parçaları, saç, tırnak, sigara külü, sinek, böcek, radyoaktivite ve kirler gibi yabancı maddeler fiziksel tehlikelerdir.

B. Biyolojik tehlikeler: Biyolojik tehlikeler üç gruba ayrılabilir. Birincisi gıda bileşiminde doğal olarak bulunan zehirli kimyasal maddelerdir (örneğin yeşillenmiş ve filizlenmiş patateste oluşan solanin, zehirli bal, zehirli mantarlar gibi). İkincisi gıdalara bulaşan ve uygun koşullarda üretilmeme veya saklanmama nedeniyle hızla üreyen mikroorganizmalar (küfler, parazitler, bakteriler vb.). Üçüncüsü genetiği değiştirilmiş organizmalarıdır (GDO). Biyolojik tehlikeler içerisinde gıda güvenliğini en çok tehdit eden bakterilerdir.

C. Kimyasal tehlikeler: Kimyasal tehlikeler gıda içinde saklandığı ya da bekletildiği kaptan çözünme sonucu geçen veya çevresel atıklardan bulaşan metaller (civa, kurşun gibi), dioksinler, tarım ilaçları, ambalajlarından bulaşan kimyasallar, pestisitler ve veterinerlik ilaçları kalıntıları, önerilen miktarların üzerinde kullanılabilen gıda katkı maddeleridir.

ISO 22000 HACCP GIDA GÜVENLİĞİ YÖNETİM SİSTEMİ

Tehlike Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları Yönetim Sistemi (HACCP), hammadde temininden başlayarak, fıda hazırlama, işleme, üretim, ambalajlama, depolama ve nakliye gibi gıda zincirinin her aşamasında ve noktada tehlike analizleri yaparak, belirli normlara uygun güvenilir gıdaların üretilmesini sağlayan sistemidir. Türkiye'de 16 Kasım 1997 tarihi itivarı ile Türk gıda kodeksi ile gıda sanayiinde HACPP uygulamaları zorunlu hale getirildi.

GIDA İŞLEME TEKNOLOJİLERİ

1.Isı Uygulaması: Bu metodun esası; hava almayacak şekilde kapatılmış kaplarda bulunan gıdalardaki mikroorganizmaların yüksek sıcaklıklarda öldürülmeleridir.

2. Soğuk  Uygulaması İle Muhafaza:  Bu metodun ilkesi, düşük sıcaklık derecelerinde gıdalarda bulunan mikroorganizmaların çoğalma ve faaliyetlerinin kesin olarak durdurulmasına dayanır.

3.Kurutarak Muhafaza: Gıdanın su içeriğinin azaltılmasıyla dayanım süresinin arttırılır.

4. Koruyucu Maddelerle Muhafaza: Gıdaların dayanma süresini arttırmak için Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliğinde belirtilen miktarlarda kimyasal koruyucu maddelerde kullanılabilir.  Bunlar; antimikrobialler ile antioksidanlardır.

5.Dondurma: Gıdaların zun süre bozulmadan saklanabilmesini sağlar.

6.Fermantasyon: Fermantasyona tabi tutulmuş gıdalar, doğal özelliğini tamamen yitirirler ve farklı özellikte yeni bir ürün meydana gelir. En tipik örnekleri turşu ve zeytin salamurası yapımıdır.

7.Kimyasal Maddeler İlave Etme              
     a)şeker, b)tuz. c)asitler

8.Gaz Atmosferinde Saklama: N ve CO2, yağlardaki acılaşmayı ve oksidasyonu önler.

9.Filtrasyon: Filtre veya santrifüjleme ile sirke, şarap veya berrak meyve suları mikroorganizmalardan arındırılabilir.

10.radyasyon: Bazı ışınların mikroorganizmalar üzerine öldürücü etkileri vardır.”soğuk sterilizasyon” adıyla da bilinir.

GIDA KAYNAKLI HASTALIKLAR      

Gıda güvenliği yeterince sağlanmayan gıdalar  zararlı hale gelerek sağlığımız için gizli bir tehlike oluşturabilmektedir.

-Cipslerin içerdikleri yağlar damar tıkanıklarına yol açar, kalp krizlerine neden olur.
- Trans yağlar; cips, margarin, kurabiye gibi rafine besinlerde bulunur ve kilo alımına sebebiyet verir..
-Doymuş yağ tüketimi günlük 20 gramı aştığında “obezite” riski %80 artıyor.
-Gıdalara kırmızı rengini veren “Karmen Kırmızısı”nın alerjiye neden olduğunu, devamlı tüketilmesi halinde ölüme götüren şok yaratabiliyor.
-Meyve suları gibi E kodu bulunan maddeler çocukların vücutlarında kaşıntı, yüzde döküntü, dikkat eksikliği gibi sorunlara neden olmaktadır.   

27 Temmuz 2012 Cuma

Karbon Ayak İzi


             Karbon ayak izi birim karbondioksit cinsinden ölçülen, kurum veya kuruluşların ulaşım, ısınma, elektrik tüketimi vb. faaliyetlerinden kaynaklanan toplam sera gazı emisyon miktarıdır.

            Peki sera gazı nedir? Sera gazı etkisi ise şudur; Dünya’ya gelen Güneş ışınları atmosferden geçip yeryüzüne geldiğinde bir kısmı ısı enerjise dönüşerek aborbe edilirken bir kısmı da Dünya’dan atmosfere yansır. Ancak bilinçsiz tüketim ve kullanım sonucu Dünya atmosferine CO2 (karbondioksit) , Su buharı , CH4 (metan) gibi zararlı gazlar salınır. Bu gazlar ise atmosferde birikir. Bunun sonucu Dünya’ya ulaşan Güneş Işınlarının bir kısmı ısı enerjine dönüşerek absorbe edilirken diğer bir kısmı ise atmosferdeki sera gazı etkisi yaratan moleküller tarafından kızılötesi ışık şeklinde tekrar Dünya’ya yayılır. Bu Dünya’nın sıcaklığını artırarak bir sera etkisi yaratır.

            Peki tek başına bir insan kendi payına düşen bu etkiyi nasıl yaratır?

            Bahsedildiği gibi sera etkisi yaratan CO2, Su buharı, CH4 gibi zararlı gazların yayılmasıyla. İnsan faaliyetleri açısından bu CO2 emisyonlarının ölçümüdür. Ve iki ana bileşeni vardır.

            Birincisi doğrudan/birincil ayak izi ve dolaylı/ikincil ayak izi. Birincil ayak izi evsel enerji tüketimi ve ulaşım (sözgelimi araba ve uçak) dahil olmak üzere fosil yakıtlarının yanmasından ortaya çıkan doğrudan CO2 emisyonlarının ölçüsüdür.

            İkincil ayak izi kullandığımız ürünlerin tüm yaşam döngüsünden bu ürünlerin imalatı ve en sonunda bozulmalarıyla ilgili olan dolaylı CO2 emisyonlarının ölçüsüdür.



            Karbon Ayak İzimizi Nasıl Azaltabiliriz?

1- Mümkünse güneş enerjisi, rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanmak. Fosil enerji kaynaklarının kullanımını azaltmak.

2- Ev ve işyerlerindeki çöpleri geri dönüşüm kutularına atmak.

3- İhtiyaçlarımızda önceliğimizi geri dönüştürülebilir, daha yeşil ürünlerden yana kullanabilir. Elektronik aletleri satın alırken A sınıfı olanları tercih edilebilir.

4- Özel araçları trafiğe çıkmak yerine toplu taşıma araçları kullanılabilir. Böylelikle emüsyon azaltılabilir. 

5- Satın alınan ürünlerin nerelerde üretildiği ve üretimde hangi malzemelerin kullanıldığı önemlidir. İmalat ya da nakliyesinde yüksek emüsyona sahip ürünlerden kaçınılması doğru olur.  Bunun için de daha çok yurtiçinde üretilen ve uzun kargo süresi olmayan malzemeleri satın almak doğru olacaktır.