9 Ağustos 2012 Perşembe
8 Ağustos 2012 Çarşamba
Çekirdek Birleşmesi - Füzyon
Çekirdek birleşmesi, küçük çekirdeklerin daha büyük bir çekirdek oluşturmak için birleşmesidir.
İki hafif çekirdek daha büyük ve kararlı bir çekirdek oluşturmak üzere birleşirse veya birbirleriyle kaynaşırsa önemli miktarda enerji çaığa çıkar. Bu nedenle genellikle nükleer tepkimeler olarak adlandırılırlar.
Çekirdek birleşmesi Güneş'te sürekli olarak meydana gelir. Güneş hidrojen (H) ve helyumdan (He) oluşmuştur. Yaklaşık sıcaklığı 15 000 000 0C ye ulaştığı güneşin iç kısmında, aşağıdaki birleşme tepkimelerinin meydana geldiği düşünülmektedir.
11H + 12H -> 23He
23He + 23He
-> 24He + 211H
11H + 11H -> 12H
+ +10β
Birleşme Reaktörleri
Birleşme tepkimelerinde enerji üretimi için uygun çekirdek birleştirme yönteminin seçiminde temel düşünce, sistemi çalıştırmak için gerekli olan sıcaklıktır. Bu tepkimeler çekirdekler arasındaki itme kuvvetini yenebilmek için 100 milyonlarca santigrat derece gibi çok yüksek sıcaklıklarda oluşur.
Çekirdek birleşmesi ısısal bir kirliliğe yol açmaktadır ancak bir takım avantajları da vardır.
1) Yakıtlar ucuz ve neredeyse tükenmezler.
2) İşlem çok az radyoaktif atık üretir.
Eğer bir birleşme cihazı ömrünü tamamlarsa, reaktörün nüvesinde herhangi bir erime tehlikesi olmaksızın, tamamıyla ve derhal kapanr.
Ancak çekirdek birleşmesi önemli olmasına rağmen teknik sorunlar bir birleşme reaktörü üretimine engel olmaktadır. Birleşmenin meydana gelmesi için çekirdeklerin uzun süre ve uygun sıcaklıkta bir arada tutulabilecek bir yol bulmak gerekmektedir. Yaklaşık 100 milyon santigrat derece sıcaklıkta moleküller var olamazlar ve atomların çoğu ya da tamamı elektronlarından ayrılırlar. Maddenin bu hali plazma olarak adlandırlan, pozitif iyonların ve elektronların karışımından oluşan bir gazdır. Bu plazmanın muhafaza edilmesi ise müthiş derecede zordur. Bunu muhafaza edecek sistemde plazma katı ile temas etmemelidir. Çünkü aksi takdirde katı yüzeye dokunan sıvı hemen soğuyarak tepkimeyi durdurur. Bu nedenle plazma kompleks bir manyetik alan tarafından kuşatılmış halka şeklindeki bir tünelde hareket eder. Böylece plazma asla sistemin çeperiyle temas etmez.
Hidrojen Bombası
Hidrojen bombaları hidrojen ya da döteryum içermezler. Bu bombalar iyi bir şekilde paketlenebilen lityum döterür (LiD) içerirler.
Hidrojen bombasının patlaması önce bozunma ardından birleşme tepkimelerinin meydana geldiği iki aşamada gerçekleşir. Birleşme için gerekli sıcaklığa bir atom bombası ile ulaşılır. Atom bombası patladıktan hemen sonra büyük miktarda enerjinin açığa çıktığı aşağıdaki birleşme tepkimeleri meydana gelir.
36Li + 12H ->
2 24α
12H + 12H -> 13H
+ 11H
Bir birleşme bombasında kritik kütle yoktur. Patlamanın şiddeti tepkenlerin miktarı ile sınırlıdır.
Termonükleer bombalar atom bombalarından daha temiz bombalar olarak tanımlanır. Çünkü radyoaktif izotop olarak sadece β-parçacıkları yayan trityum ve bozunmanın başlangıç ürünlerini oluştururlar. Fakat yapıda kobalt gibi bazı bozunmayan maddeler birikerek çevre üzerindeki olumsuz etkileri atırabilir.
7 Ağustos 2012 Salı
Çekirdek Bölünmesi - Fisyon
Çekirdek bölünmesi (fisyon) ağır bir çekirdeğin ( kütle
numarası > 200) daha küçük kütleli ara ürün çekirdeklerine ve bir ya da
birden fazla nötrona bölünmesi işlemidir. Ağır çekirdekler oluşan ürünlerden
daha kararsızdır. Bu nedenle çekirdek bölünmesi sonucu büyük miktarda enerji
açığa çıkar.
Uranyum-235 çalışılan ilk çekirdek bölünmesi tepkimesidir.
Bu tepkimede uranyum-235 yavaş nötronlarla bombardıman edilir. Ve şekildeki
gibi bölünür. Fakat aslında bu tepkime çok karmaşıktır ve bölünme ürünleri
arasında 30 dan fazla farkı element bulunmuştur.
Çok sayıda ağır çekirdek bölünmesi olmasına karşın, pratik önemi
olan bölünmeler doğal uranyum-235
in ve yapay plütonyum-239 izotopunun bölünmesidir.
Uranyum-235 bölünme tepkimesinin önemi, sadece açığa çıkan
büyük miktardaki enerjiden kaynaklanmaz. Tepkimede başlangıçta yakalanandan daha
fazla nötron üretilir. Bölünmenin başlangıç basamağında oluşan nötronlar, diğer
uranyum çekirdeklerini bölebilirler. Bu da daha fazla nötron üretimi ve bu
şekilde tepkimelerin devam etmesi demektir. Böylelikle de çekirdek zincir tepkimesini meydana gelir. Bu tepkime birbirini
izleyen çekirdek bölünme tepkimelerinin kendiliğinden oluşması şeklinde yürür. Ve
nötronlar ortamda uzaklaştırılmadıkça da tepkimeler devam eder.
Fisyon tepkimeleri atom bombalarının yapımında ve nükleer
santrallerde enerji üretiminde kullanılır.
Atom Bombası
Çekirdek bölünmesinin ilk uygulaması atom bombası yapımıdır.
Patlama kontrolsüz çekirdek bölünmesi yolu ile sağlanır. Çekirdek tepkimesi zincirleme
ve çok hızlı bir şekilde gerçekleştiğinden ortaya devasa bir enerji çıkar ve
patlama beraberinde şok dalgası yaratır.
Bir zincirleme tepkimesinin meydana gelmesi için ortamda
nötronları yakalayabilecek miktarda uranyum-235 bulunmalıdır. Aksi halde
nötronlar örnekten uzaklaşır ve zincir tepkimesi meydana gelmez. Bu durumda
örneğin kütlesi "kritikaltı kütle" olarak adlandrılır. "Kritik kütle" ise zincirleme
reaksiyonu kendiliğinden devam ettirebilecek minimum bölünebilen madde miktarıdır.
Patlama tehlikesinden dolayı bir atom bombası asla kritik
kütlede çekirdeğin bir araya getirilmesi ile hazırlanmaz. Bunun yerine iki
kritikaltı U-235 kütlesi bombaya ayrı
ayrı yerleştirilir ve bunları bir araya getirip kritik kütleyi oluşturmak için TNT gibi bir patlayıcıdan yararlanılır. Cihazın merkezindeki bir
kaynaktan çıkan nötronlar çekirdek zincir tepkimesini başlatırlar.
6 Ağustos 1945 ‘te Japonya’nın Hiroşima kentine atılan
bomnada bölünebilen madde Uranyum-235 idi. Üç gün sonra Nagazaki üzerinde
patlatılan bombada ise plütonyum-239 kullanılmıştır. Bu iki olayda
gerçekleştrilen bölünme tepkimleri yıkımın boyutu açısından benzerdir.
Nükleer Reaktörler
Nükleer reaktör, zircirleme çekirdek tepkimesinin başlatılıp
denetimli bir biçimde sürdürüldüğü cihazlardır. Kontrollü zincir tepkimesinden
açığa çıkan ısıyı genellikle elektrik enerjisine çevirir.
Nükleer reaktörlerin birkaç farklı tipi vardır.
Hafif Su Reaktörleri
Dünyadaki nükleer reaktörlerin çoğu hafif su reaktörleridir.
Bölünme işleminde uranyum-235 in yavaş nötronlarla
bombardıman edilmesi hızlı nötronlarla bombandıman edilmesinden daha fazla
verim sağlar. Bu nedenle bilim insanları nötronların kinetik enerjisini azaltan
ve moderatör olarak adlandırılan maddeler kullanmaktadır. İyi bir moderatör:
toksik olmamalı, ucuz olmalı ve aynı zamanda nöton bambardımanı sonucu radyoaktif bir maddeye dönüşmemelidir.
Dahası soğutma sıvısı olarak kullanılabilmesi için akışkan olması bir
avantajdır. Su, bu amaç için düşünülen pek çok maddeden avantajıdır. Ancak bu
gereksinimlerin tamamını karşılayan hiçbir madde yoktur.
Moderatör olarak su kullanılan reaktörler hafif su reaktörü
olarak adlandırırlır. Bir hafif su reaktörünün etkili bir biçimde
çalıştırılabilmesi için Uranyum-235 derişimi %3-4 olarak zenginleştirilmelidir.
Nükleer reaktörler, çekirdek tepkimeleri tarafından yayılan
ısıyı soğuran ve onu reaktör dışına aktaran soğutma sistemlerine sahiptirler.
Dışarıya transfer edilen bu ısı bir elektrik jeneratörünü çalıştırmak için
gerekli buharı üretmede kullanılır.
Ağır Su Reaktörleri
Ağır su reaktörlerinde moderatör olarak su yerine ağır su (D2O)
kullanılır. Döteryum nötronları, hidrojene göre daha az soğurur ve reaktör daha
verimli çalışır. Bu sayede uranyumun zneginleştirilmesine de gerek kalmaz.
Ancak döteryum daha az sayıda nötron yakaladığı için çok sayıda nötron
reaktörden dışarı kaçmaktadır.
Ağır su reaktörlerinin avantajı, uranyum zengişleştirmek
için gerek duyulan inşaat maliyetlerinin bertaraf edilmesidir.
Besleyici Reaktörler
Besleyici reaktörler yakıt olarak uranyum kullanır ancak bu
tür reaktörler kullanıldığından daha fazla bölünebilen madde üretirler.
Besleyici bir reaktörde uranyum-235 yada plutonyum-239
içeren nükleer yakıt uranyum-238 ile karışırılır ve böylece plütonyum-239
üretilir. Böylece başlangıçtaki nükleer yakıt tükenirken bölünebilen madde
stoku sürekli olarak artar. Bu sayede reaktöre yeniden yakıt koyma aralığı,
besleyici olamayan reaktörlerinkine göre 7-10 yıl artar.
6 Ağustos 2012 Pazartesi
Çekirdek Tepkimelerinin Doğası
Hidrojen dışında diğer bütün çekirdekler proton ve nötron
adı verilen iki temel parçacık içermektedirler. Bazı çekirdekler bulundukları
halde kararsızdırlar ve kendiliğinden parçacık veya elektromanyetik ışınım
yayarlar. Bu olaya ise radyoaktiflik denmektedir. Atom numarası 83 ten büyük
olan tüm elementler ise radyoaktiftir.
Diğer bir radyoaktiflik tipi ise çekirdek transmutasyonudur.
Bu olayda çekirdekler nötronlar, protonlar veya diğer çekirdeklerle bonbandıman
edilirler.
Radyoaktif dönüşümler ve çekirdek transmutasyonları çekirdek
tepkimeleri olup, olağan kimyasal tepkimelerden çok farklıdır.
Bu tepkimler sonucunda;
-Elementler (ya da elementin izotopları) birbirlerine
dönüşürler,
-Soğurulan ya da açığa çıkan enerji miktarı çok büyüktür.
Çekirdek tepkimelerinde;
-Protonlar, nötronlar, elektronlar ve diğer temel
parçacıklar yer alabilirler.
-Tepkime hızları sıcaklık, basınç ve katalizörlerden
etkilenmezler.
Çekirdek Kararlılığı
Bir çekirdeğin kararlılığı belirleyen etmen nötron sayısının
proton sayısına (n/p) oranıdır. Küçük atom numaralı ve kararlı elementlerde bu
oran 1 e yakındır.
Kararlı çekirdekler
grafikte “kararlılık kuşağı” adı verilen alanda bulunmaktadır. Radyoaktif
çekirdeklerin çoğu bu kararlılık kuşağının dışındadır. Bu kuşağın üstündeki
bölgede kalan çekirdeklerin n/p oranları kuşaktakilere göre büyük olup, bu
çekirdekler “β-parçacığı yayımı” adı verilen bir bozunma gerçekleştirirler:
01n -> 11p +-10β
β-parçacığı yayımı proton sayısını arttırırken, nötron
sayısını azaltır. Örn:
614C ->
714N + -10β
Kararlılık kuşağının altında, çekirdekler kuşaktakine göre daha düşük n/p değerlerine sahiptir ve bu oranı yükseltmek için ( yani kararlılık kuşağına doğru yükselmek için) ya bir pozitron yayar: 11p -> 01n
+ +10β ya da elektron yakalar.
Doğal Radyoaktiflik
Karalılık kuşağı dışından kalan çekirdekler ile proton sayısı 83 den büyük olanlar kararsızlık gösterirler. Kararsız çekirdekler kendiliğinden parçacık veya elektromanyetik ışın yayarlar. Bu olaya radyoaktiflik denir.
Işıma türlerinin başlıcaları:
α parçacıkları ( iki yüklü helyum çekirdeği He+2 )
β parçacıkları ( elektronlar )
Ɣ ışınları ( 0,1 nm – 10-4 nm arasında çok kısa dalga boylarında elektromanyetik dalgalar)
pozitron salınımı ve
elektron yakalanmasıdır.
Radyoaktif bir çekirdeğin bölünmesi genelde bir radyoaktif bozunma serisini başlatır ve bir dizi zincirleme tepkimeleri sonucunda kararlı bir izotop oluşur.
3 Ağustos 2012 Cuma
Radyoaktiflik
Radyoaktivite, atom çekirdeğinin, tanecikler veya
elektromanyetik ışımalar yayarak kendiliğinden parçalanmasıdır.
1895 yılında Alman Fizikçi Wilhelm Röntgen katot
ışınlarının, cam ve metallerin olağan dışı ışın yaymasına neden olduğunu gördü.
(Katot ışınları: çok düşük basınçlı bir cam borunun içindeki katottan dik
olarak çıkan elektronlardır.) Yayımlanan bu yüksek enerjili radyasyon maddenin
içinden geçebiliyor, fotoğraf filmi levhalarını karartıyor ve çeşitli
maddelerin fluoresan ışık yaymasına neden oluyordu. Bu ışınlar bir mıknatıs
etkisi ile saptırılamadığından, katot ışınları gibi yüklü tanecikler değildi.
Röntgen bu ışınlara X-ışını adını verdi.
Röntgen’in bu buluşundan hemen sonra, Pariste bir fizik
profesörü olan Antoine Becquel, maddelerin fluoresan özelliklerini incelemeye
başladı. Tamamen bir tesadüf sonucunda Becquel, kalın kağıtla sarılmış fotoğraf
filmi levhalarının bir uranyum bileşinin
etkisinde katot ışınları olmadan da
karardığını fark etti. Uranyum bileşiğinden kaynaklanan bu ışınlar aynı
X-ışınları gibi yüksek enerjili idi ve bir mıknatıs ile saptırılamıyordu: Ancak
X-ışınlarından farklı olarak bu ışınlar kendiliğinden oluşuyordu. Becquel’in
öğrencilerinden biri olan Marie Cuire, kendiliğinden tanecik ve/veya ışın
yayılması olgusunu betimlemek üzere radyoaktiflik terimini önerdi. Bu nedenle,
kendiliğinden radyasyon yayımlayan herhangi bir elemente radyoaktif element
denir.
Daha sonraki araştırmalar uranyum gibi radyoaktif maddelerin
bozunması ya da parçalanması ile üç tür ışın oluştuğunu ortaya koydu. Bu
ışınlardan ikisi artı ve eksi metal yüklü levhalar tarafından saptırılır. Alfa
(α) ışınları, α tanecikleri adı verilen artı yüklü taneciklerden oluşur, ve bu
nedenle de artı yüklü levha tarafından saptırılırlar. Beta (β) ışınları, elektron
olup eksi yüklü levha tarafından saptırılırlar. Üçüncü çeşit radyoaktif ışıma,
gama (Ɣ) ışıları adı verilen yüksek enerjili ışınlardan oluşur. Tıpkı X-ışınları
gibi Ɣ ışınları da yüksüz olup, dışsal bir elektrik veya manyetik alan
tarafından etkilenmezler.
2 Ağustos 2012 Perşembe
Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) - Transgenetik Canlı
Biyoteknolojik yöntemlerle bir canlıdaki genetik
özelliklerin kopyalanarak, bu özelliği taşımayan bir başka canlıya aktarılması
sonucunda üretilen yeni canlıya Genetiği Değiştirilmiş Organizma ya da
Transgenetik canlı denilmektedir.
1980’lerden sonra biyoteknoloji alanındaki gelişmeler organizmaların
genetik yapılarının mühendislik işlemleriyle işlenebilmesi ve
biçimlenebilmesini olanaklı hale gelmiştir. Bu sayede organizmaların gen
yapıları amaç doğrultusunda değiştirilebilmektedir. Örneğin bir virüs veya
bakteriye ait gen bir bitkiye aktarılabilir.
İlk transgenetik yani genetiği değiştirilmiş, uzun raf
ömrüne sahip Flavr Savr domatesi 1996’da satışa sunulmaya başlanmıştır.
Ardından ise bunu transgenik mısır, pamuk, kolza ve patates izlemiştir. Ekimi
en yaygın genetiği değiştirilmiş bitkiler ise soya, mısır, pamuk ve kanoladır.
GDO’lu bitkilerin ekim alanlarının bulunduğu ülkeler
arasında ABD, Arjantin, Kanada, Brezilya, Çin, Avustralya, Hindistan, Romanya,
Uruguay, İspanya da yer almaktadır.
Transgenik olacak ürüne aktarılacak gen öncelikle bulunduğu
canlının DNA’sından kesilerek çıkarılır. Daha sonra bu gen seçilmiş bir
organizmada çoğaltılır. Ardından vektör adı verilen taşıtıcı bir virüs ile bu
gen, genetiği değiştirilecek canlının DNA molekülüne yapıştırılır. Organizma
artık bu yeni geni üretmeye başlar ve karşılığı olan proteini sentezler.
GDO’nun Yararları Neler Olabilir?
Bu yöntemle elde edilen bitkiler, ilaçlara ve zararlılara
karşı daha dayanıklı hale getirilebilir. Böylece ilaç kullanımı
azaltılabileceği gibi transgenik canlıları hastalıklara karşı dirençli hale
getirmek, sağlayacağı verim artışı ile Dünya’daki açlıkla mücadele
sağlayabilir.
Bitkiler daha cazip hale getirilebilir ve daha çok ürün
alınabilir.
Meyvelerin olgunlaşma süresi değiştirilebilir, besin öğeleri
zenginleştirilebilir, depolama ve raf ömrü uzatılabilir ve besinlerin tatları
da artırılabilir.
Bu çalışmalara hayvanlar da dahil edilerek ekonomik olarak
üretime dahil edilebilir: değişik balık türlerine farklı hastalıklara karşı
dayanıklılık genleri aktarılabilir, hormon kodlayan genlerin klonlaması sonucu
doğurganlık ve büyüme hızı bakımından ideal hayvanlar elde edilebilir.
Transgenetik bazı organizmalar ise antikor, enzim üretmek
veya sanayide farklı amaçlı kullanıma yönelik ürünler elde etmek üzere
yönlendirilebilir.
GDO’nun Öngörülen Zararları Nelerdir?
GDO’lu ürünlerin zararları çok tartışılan bir konudur.
Nedeni ise bu ürünlerin üretiminin henüz yeni olması ve somut etkilerinin
ortaya çıkması için uzun yıllara ihtiyaç olmasıdır. Ancak bilim insanları bu konu ile ilgili olabilecek tehlikeli durumları da vurgulamıştır.
GDO ile bir ürüne ait
olmayan bir özellik ona kazandırılabilir.
Fakat canlıya verilen bu özellik o organizmanın çevre ile etkileşimi
sonucunda olumsuz bir durum ortaya çıkarabilir. Örneğin GDO’u bir patatesin
farelerde zehir özelliği göstererek, onların bağışıklık sistemini bozduğu
gözlenmiştir. Yine örneğin fındık üzerinden alınan bir genin, başka bir ürüne
aktarıldığında, o ürünün fındığa ait özellikleri üretmeye başlaması, fındığa
alerjisi olan bir insan tarafından tüketildiğinde o kişi için tehlike
oluşturabilir.
Dünya’da yaşayan tüm
canlılar belirli bir ekosistem içerisindedir ve tüm canlıların yaşamları
zincirleme reaksiyonlar ile birbirlerine bağlıdır. Sonuçta insan, hayvan,
bitki, mikroorganizmalarda yapılan her bir değişiklik bütünün bir diğer parçası
olan biyoçeşitliliğini etkileyecektir. Örneğin bir ürünün hastalıklara ve
zararlılara karşı dayanıklı olması için genleriyle oynandığında, o üründen
beslenen başka bir canlı türünün besin sağlayamadığı için o bölge de yok
olmasına neden olabilir.
Ayrıca yabani ot ilacına
dayanıklı genler aktarılmış bir ürünün yetiştirildiği tarlaya ertesi yıl farklı
bir ürün ekildiğinde, tarlada bir önceki seneden kalan GDO’lu ürün için yerin
ürün yabancı ottur. Ve bu durumda yeni ürüne şans tanımamaktadır.
GDO’lu ürünlerin
yetiştirildiği bir bölgede arılar, kuşlar, böcekler ve rüzgarın etkisiyle
oluşan tozlaşma GDO’lu polenleri komşu tarlalara taşınıp oradaki ürünlerde de
genetik değişikliklere yol açabilme tehlikesi de öne sürülmektedir. Gen Kaçışı
denen bu olay da bitkileri tek tipleştirebilir.
31 Temmuz 2012 Salı
Schrödinger'in Kedisi
Erwin Schrödinger (1887-1961), oluşturduğu dalga denklemiyle
tanınan ve kuantum mekaniğine yaptığı katkılarıyla Nobel Ödülünü almış
Avustralyalı fizikçidir.
Schrödinger’in kedisi, yine kuantum fiziği ile ilgili ve
hakkında pek çok tartışma yapılmış bir düşünce deneyidir.
Deneye göre sağlıklı bir kedi hava alabilen kapalı bir
kutuya yerleştirilir. Kutunun içerisinin hiçbir şekilde gözlemlenmemesi ise
deneyde kilit bir rol oynar. Kutunun içerisinde bir düzenek vardır. Bu düzeneğe göre kutuda bozunma olasılığı %50
olan radyoaktif bir parçacık vardır. Parçacığın bozunma olasılığın %50 olması
sayesinde parçacığın bozunup bozunmayacağı önceden kestirilemez. Eğer bu
parçacık bozunursa ortama ölümcül zehirli bir gaz yayılacak ve kedi ölecek,
parçacık bozunmaz ise kedi yaşayacaktır. Böylelikle makroskobik bir sistemdeki
kedinin kaderi mikroskobik bir parçacığın davranışına bağlanmıştır.
Fakat asıl nokta deneyin sonucunda kedinin öldüğü veya
yaşadığı değil, deneyin gözlemlenemeyen kısmında kutunun içinde neler
olduğudur. Dalga fonksiyonun anlamı “ya bozunma oldu ve kedi öldü ya da bozunma
olmadı ve kedi hayatta” gidi uç noktalarda iki olasılığı anlatmaktan ibaret
değildir. Eğer Schrödinger’in analizi doğru ise kuantum kuramı, gözlemlenmediği
sürece kedinin kutunun içinde iki durumunun da yan yana bulunduğunu söylüyor.
Yani kedi hem ölü hem de diridir.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
Kuantum Fiziği - Çift Yarıklı Girişim Deneyi
Einstein, kuantum dünyası ile ilgili bir düşüncesinde şunları belirtmiştir: Eğer bir tabancadan bir kurşun ateşlerseniz, kurşun Dünya'da ki yerçekimi kanunlarına göre hareket edecektir. Ancak eğer tabancadan bir elektron ateşlerseniz, elektron yerçekimi kanununa göre değil kuantum dünyasına göre hareket edecektir.
29 Temmuz 2012 Pazar
Klasik Fizikten Kuantum Kuramına
Bilim insanlarının atom ve molekülleri anlamaya yönelik ilk
çabaları, kısmi bir başarı ile sınırlı kalmıştır. O günlerde fizikçiler
moleküllerin zıplayan toplar gibi davrandıklarını varsayıyordu. Bu yaklaşımla
moleküllere ilişkin bazı makroskopik olguları, örneğin gazların basıncını
açıklayabilmekteydiler. Bu model atomları bir arada tutan kuvvetleri
açıklamakta yetersiz kalmaktaydı. Atom ve molekül gibi küçük taneciklerin
özelliklerinin, büyük cisimler için önerilen yasalarla açıklanamayacağını
kavramak ve kabullenmek uzun süre almıştır.
Kuantum kuramı Planck, Einstein, Bohr, De Broglie, Schröedinger,
Heisengberg gibi bilim adamlarının katkılarıyla oluşmuş ve bu onlara Nobel
Ödülü’nü kazandırmıştır.
Bu konudaki ilk başlangıcı 1900 yılında kuant konusundaki
açıklamalarıyla fizikte yeni bir dönem başlatan Alman Fizikçi Max Plank
(1858-1947) yapmıştır. Plank, değişik sıcaklıklarda ısıtılan katıların
yayınladığı ışımaya ilişkin verileri incelemiş ve atom ve moleküllerin sadece
enerji paketçikleri (kuant) adı verilen belirli miktardaki enerjiyi
yayınladıklarını keşfetmiştir.
O zamana kadar fizikçiler, enerjinin daima sürekli olduğunu
kabul etmektedirler. Hâlbuki Plank’ın kuantum kuramı, tüm fiziği alt üst
etmiştir. Bu durumun yarattığı yoğun araştırma heyecanı, doğa kavramına yönelik
fikirleri de bütünüyle değiştirmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar, cisimlerin
belirli sıcaklıkta yayınladıkları ışıma enerjisi miktarının, ışımanın dalga
boyuna bağlı olduğunu göstermiştir. Bu bağlılığın dalga kuramı ve termodinamik
yasalar çerçevesinde açıklanması çabaları kısmen başarılı olabilmiştir. Bir
kuram kısa dalga boyu için enerji- dalga boyu ilişkisini açıklamada başarılı
olurken; uzun dalga boyundaki ışımalara açıklama getirememiştir. Bu durum,
klasik fizik yasalarında temel bir eksikliğin var olduğu kuşkusunu doğurmuştur.
Plank, bu problemi alışılagelmiş kavramlardan çok farklı bir
varsayım yardımıyla çözebilmiştir. Klasik fizik, atom ve moleküllerin herhangi
bir miktardaki enerjiyi yayınlayabileceklerini (veya soğurabileceklerini)
varsaymaktadır. Plank ise atomların ve moleküllerin enerjiyi, küçük paketler
veya demetler gibi belirli miktarda yayınlayıp soğurabileceğini savunmuştur.
Plank, enerjinin elektromanyetik ışıma
şeklinde yayınlayabilen veya soğurabilen en küçük miktarına kuantum adını
vermiştir. Tek bir kuantumun enerjisi E ise, E=hv (v=dalga frekansı, h=plank
sabiti) eşitliği ile ifade edilmiştir.
Kuantum kuramına göre, enerji daima hv’nın katları olarak yayınlanır.
Örneğin enerji hv, 2 hv, 3 hv değerlerinde olabilir. Ancak asla 1,67 hv veya
4,89 hv gibi değerlerde olamaz. Plank, kuramını ilk ortaya koyduğu günlerde
enerjinin neden sabit ya da bu şekilde kesikli paketcikler halinde (kuantlı)
olduğunu açıklayamadı. Ancak ortaya koyduğu bu hipotezle ısıtılan katıların
yayınladıkları ışımaya ilişkin deneysel veriler, elektromanyetik ışıma
bölgesinin tamamı için açıklanabilmekte ve kuantum kuramını destekler
doğrultudaydı.
Plank’ın kuantum kuramını ortaya atmasından sadece beş yıl
sonra 1905’te Albert Einstein (1879-1955), kuantum kuramının gizemini kullanarak
fotoelektrik olayını çözdü. Fotoelektrik olayda metal bir yüzeye düşürülen
ışık, yüzeyden elektron koparır. Koparılan elektron, devrede bir akım meydana getirir.
Ancak eşik frekansının altında uyarma ışığı ne kadar şiddetli olursa olsun,
elektron çıkışına neden olmaz. Bu nedenle de fotoelektrik olay ışık-dalga
kuramı ile açıklanamamıştır. Ancak Einstein sıra dışı bir yaklaşımla ışık
demetinin gerçekte bir parçacık seli olduğunu öne sürmüştür. Günümüzde bu ışık
parçacıkları foton olarak adlandırılmaktadır.
Einstein’in, Plank’ın kuantum kuramından yola çıkarak ışığın
aslında dalga olmayıp fotonlardan, yani kuantum paketçiklerinden oluştuğunu öne
sürerek sonuca açıklama getirdi. Buna göre elektronların metalden ayrılarak
serbest hale geçmeleri için, frekansı yeterince yüksek bir ışık gereklidir.
Metal yüzeyine ışık demetinin uygulanması, metal atomlarına bir foton ya da
parçacık tabancası ile ateş etmeye benzer. Eğer bu fotonları hv değeri,
elektronları metale bağlayan enerjiye tam olarak eşit ise, ışık enerjisi
(foton) metalden elektron koparmak için yeterli olacaktır.
Ancak ışığın parçacık gibi davranabileceğinin kesin kanıtı, Arthur
Holly Compton (1892-1962) tarafından 1922’de bulundu. Compton, yüksek enerjili
X ışınlarının fotonu ile karbon atomunun serbest elektronun çarpıştırılması
sonucu, fotonun momentumu varmış gibi davrandığını gözlemledi.
Newton zamanından beri ışığın davranışını anlamaya yönelik
olarak yapılan girişim ve kırınım deneyleri ışığın dalga karakterinde olması
gerektiğini söylerken, bu deneyler henüz ışığın parçacık yapısıyla açıklanamamıştı.
Bu da ışığın davranışına yönelik bir dalga-parçacık ikilemi
oluşturmuştu. Fakat aslında her iki varsayımda doğrudur. Işık bazı olaylarda
dalga, bazı olaylarda parçaçık gibi davranırken her iki özelliği de aynı anda
göstermez. Yani aynı anda hem parçacık gibi hem de dalga gibi davranamaz.
Danimarkalı bilim adamı Niels Bohr (1885-1962) ise günümüzde
de kabul edilen teorisini 1913’te oluşturdu. Bohr’un varsayımları şöyleydi:
1) Elektronlar,
protonların etrafında coulomb çekim kuvvetleri etkisi altında ( + yükün – yükü
çekmesi) , dairesel bir yörüngede hareket eder.
2) Elektronlar
çekirdeğin etrafında belirli enerji seviyelerindeki yörüngelerde dolanırlar.
Bir üst yörüngeye geçmek için enerji alırken, bir alt yörüngeye geçerken de
enerji salarlar.
3) Elektron
ancak, enerjisi E1 olan kararlı bir durumdan, daha düşük enerjili bir E2
durumuna geçiş yaptığında enerji farkıyla orantılı bir enerji yayınlar.
Bohr yaklaşımı ile helyum ve lityum gibi birden fazla
elektron içeren atomların yayılma spektrumlarını açıklayamıyordu. Ayrıca Bohr
atom modeline göre elektonlar çekirdeğin etrafında sadece belirli
uzaklıklardaki yörüngelerde dolanıyordu. Ve neden bu kısıtlamanın olduğuna dair
bir açıklama da yapılamıyordu.
Ancak 1924 yılında Fransız
fizikçisi Louis de Broglie ışık dalgalarının parçacık seli (foton) gibi
davranabilmesinden yola çıkarak: elektron gibi parçacıkların da dalga özelliği
gösterebileceğini öne sürdü. De broglie bulguları, dalgaların tanecik,
taneciklerin de dalga benzeri özellik sergileyebilecekleri sonucuna ulaşmasını
sağlamıştır. Broglie ye göre elektronlar, hem tanecik hem de dalga olarak ikili
bir doğaya sahiptirler.
1926 yılında bu sefer Avustralyalı
fizikçi Erwin Schrödinger (1887-1961) dalga fonksiyonunun uzaya ve zamana bağlı
değişimini gösteren denklemi bulmuştur. Schrödinger elektronların bir durumdan
başka bir duruma ani değişimlerini bir keman telinin titreşimleri gibi, bir
notadan diğerine geçiş olarak yorumlamıştır.
1928’de Paul Adrian Maurica Dirac
(1902-1984) özel rölavite teorisini kuantum mekaniği ile uyuşturmuştur.
Elektronların dalga özelliklerinin
keşfi, bir dalganın konumunu belirleme problemini de beraberin de getirdi.
Dalganın uzayda yayılması, konumunun tam olarak belirlenememesi sorununu ortaya
çıkarmıştı.
Elektronun olağan üstü küçük bir
kütleye sahip olması, ikili doğasını anlamayı daha da sorunlu hale getirmektedir.
Bir dalga gibi davranabilen atom boyutunda taneciklerin konumunun
belirlenmesine yönelik olarak, Alman fizikçi Werner Heisenberg (1901-1976), adı
ile anılan ünlü “Heisenberg belirsizlik ilkesini (1927)” ortaya attı: Bir taneciğe ilişkin hem konum
hem de momentum (kütle * hız) aynı anda tam olarak bilinemez. Başka bir deyişle,
bir taneciğin momentumunun kesin bir şekilde ölçülebilmesi, o taneciğin
konumunun daha az kesinlikle bilinmesi demektir. Elektronun da momentumu ve
konumu aynı anda kesin olarak ölçülemeyeceğine göre, elektronun tam olarak
tanımlanmış yörüngelerde dönen bir tanecik olarak tasarlanması da mümkün değildir.
28 Temmuz 2012 Cumartesi
Hazır Gıdalar, Hazırlanma Süreçleri ve Tehlikeleri
Teknolojinin gelişmesi, kentleşme, kadının iş hayatına
atılması, yoğun iş temposu, seyahat etme, çocukların okulda daha uzun zaman
geçirmeleri, yalnız yaşama gibi etkenler nedeniyle insanlar hazır ve hızlı
yemeklere rağbet göstermeye başlamışlardır.
İnsanlar çalışma koşullarının bir zorlaması sonucu kullanımı pratik
olduğundan işlenmiş ürünleri tüketme alışkanlıkları kazanmaya başlamışlardır.
Hazır Gıda Nedir?
Gıda sektöründeki üretim sürekliliğinin sağlanabilmesi için
hammaddelerin hasattan sonra uzun süreler dayandırılması önem arz etmektedir.
Buna göre hazır gıdalar ambalajından çıkarıldıktan sonra doğrudan veya en düşük
seviyede işlem (ısıtma, mikrodalga, ısıtma vb.) uygulanarak servis edilen ve
tüketilebilen gıdalardır.
HAZIR GIDALARIN HAZIRLANMA SÜREÇLERİ
Ham Madde Seçimi: Gıda firması satın alacak olduğu ürünün
temiz topraklarda, temiz suyla ve temiz havada yetişmiş olması, ürünün hasat
sırasındaki işlemlerine dikkat edilmesidir. Ürün taze ve tabi olmalıdır.
Gıda Üretim Teknikleri: Gıda firmaları üretim talimatları
hazırlamalı ve uygulamalıdır. Bu talimatlar sıcaklık, zaman ve basınç gibi
ayarlardır. Teknikler ise; ürün asitliği düzenlenmesi, su
aktivitesinin kontrolü ve dondurma.
Çalışan Hijyen Uygulamaları: Gıdalara doğru işlemlerin
uygulanması; gıdalara yeni bulaşmaların önlenmesini, var olan bakterilerin
tehlikeli olabilecek sayılara ulaşmasını ve gıda zehirlenmesi oluşması
engellenebilmesi hijyen talimatlarına uyulması ile mümkündür. Aksi takdirde
insan sağlığını tehdit eder.
Hazır Gıdaların Paketlenmesi ve Sunumu: Gıda paketleme
malzemesi temiz ve dayanıklı olmalı, toksik olmamalıdır. Paketleme malzemesi,
paketlenecek gıdaya uygun, kullanım öncesi depolamaya da dayanabilmelidir.
Hazır Gıdalarda Bulunan Katkı Maddeleri
Gıda katkıları; tek başına gıda olamayan ancak gıdalara üretim,
işleme, depolama veya ambalajlama gibi aşamalarda katılan madde veya madde
karışımları ifade etmektedir
Gıda Katkı Maddeleinin Kullanımı:
-Gıdaların görünüşünü, lezzetini, yapısını
iyileştirmek,
-Biyolojik ve besleyici değerrini korumak veya
düzeltmek,
-Gıdalardaki istenilmeyen değişiklikleri engellemek,
-Ürünün kalitesini ve raf ömrünü arttırmak,
-Gıdalardaki bozulma ve mikrobiyal gelişmeleri önlemek,
-Gıdaların zehirleyici ve hastalık yapıcı etkilerini ortadan
kaldırmak, amacıyla olmaktadır.
Birleşmiş Gıda Maddeleri Uzmanlar
Komitesinin sınıflandırmada göre gıda katkı maddeleri;
Renk Maddeleri:
Teknolojik işlem görmüş meyve, sebze, tahıl, et, süt ve şekerleme endüstrisinde
kısmen ya da tamamen kaybolan rengi tekrar kazandırmak amacıyla kullanılır.
Koruyucular: Gıdaların
mikroorganizmalar tarafından bozulmasını önleyerek, raf ömürlerinin
uzatılmasını sağlar.
Antioksidanlar: Gıdaların
hava ile teması sonucu meydana gelen oksidasyonu önlemek için kullanılır.
Tat ve koku
Maddeleri: Üretim sırasında gıdada kaybolan tat ve kokuyu tekrar
kazandırmak, zenginleştirmek, çekici hale getirmek için kullanılır. Gıda
endüstrisinde kullanılan doğal tat ve koku maddelerine melek otu, fesleğen,
bergamot, kakao, tarçın, hardal, safran, nane, misket limonunu örnek olarak
verebiliriz.
Kelatlar:
Gıdaların stabilizasyonunda önemli rolleri olan metal ya da toprak alkali
iyonlarla karmaşık oluşturarak iyonların etkilerini zayıflatan bu iyonların
gıdalardaki etkilerini değiştiren katkı maddeleridir.
Yapı Düzenleyiciler: Stabilizatörler,
emülgatörler (yüzey aktif maddeler) ve topaklaşmayı önleyiciler.
Yağla Yer Değiştiren
Maddeler:
i. Karbonhidrat yapısındaki katkılar: Modifiye
nişastalar, selüloz, gamlar, hemiselüloz ve pektin yapı azaltılmış gıdalarda
kullanılarak yağların özelliklerini kısmen karşılamaktadır.
ii. Protein yapısındaki katkılar: Jelatin özellikle katı ürünlerde (margarin gibi) yağı azaltmada kullanılan önemli bir katkı maddesidir.
ii. Protein yapısındaki katkılar: Jelatin özellikle katı ürünlerde (margarin gibi) yağı azaltmada kullanılan önemli bir katkı maddesidir.
iii.Kalorisi azaltılmış yapay yağlar : Bu madde kakaolu ürünler
ve şekerlemelerde kullanılmaktadır.
Asitler-Bazlar: Tat
oluşumu ve koruyucu etkilerin dışında pek çok amaçla kullanılır.
Tatlılaştırıcı
Maddeler: Gıdalara şeker tadıvermek amacı ile katılan her türlü
tatlılaştırıcı maddedir.
Enzimler: Gıdaların
muhafazasında koruyucu amaçla kullanılan enzimler hidrolazlar ve
oksidoredüktazlardır.
Ph kontrol: Zayıf
asidik bir tat vermeleri ve ağızda kalan
istenmeyen tatları da maskeler.
Polihidro alkoller: Bu
maddelerin hidroksil grupları su ile hidrojen bağları oluşturur.
Böylece gıdaların suyu tutulur. Örneğin, tütüne gliserol
gibi bir polialkolün katılmasıyla nemden korunur.
E kodlu ürünler ne demektir?
Avrupa bilimsel
komitesi tarafından incelenmiş ve gıda katkı maddesi olarak kullanımında
sakınca görülmeyen maddeler için verilmiş onayı belirleyen ve katkı maddesinin
kimyasal adı yerine kullanılan tanıtıcı bir işarettir. Örneğin; ürünlerin raf ömrünü iki yıla kadar
uzatan E211 kodlu sodyum benzoat.
Hazır
Gıdaların Tehlikeleri
A. Fiziksel tehlikeler: Gıdalarda bulunmaması
gereken cam kırıkları, plastik, kemik, kâğıt, taş, toprak, tahta, metal
parçaları, saç, tırnak, sigara külü, sinek, böcek, radyoaktivite ve kirler gibi
yabancı maddeler fiziksel tehlikelerdir.
B. Biyolojik
tehlikeler: Biyolojik tehlikeler üç gruba ayrılabilir. Birincisi gıda
bileşiminde doğal olarak bulunan zehirli kimyasal maddelerdir (örneğin
yeşillenmiş ve filizlenmiş patateste oluşan solanin, zehirli bal, zehirli
mantarlar gibi). İkincisi gıdalara bulaşan ve uygun koşullarda üretilmeme veya
saklanmama nedeniyle hızla üreyen mikroorganizmalar (küfler, parazitler,
bakteriler vb.). Üçüncüsü genetiği değiştirilmiş organizmalarıdır (GDO).
Biyolojik tehlikeler içerisinde gıda güvenliğini en çok tehdit eden bakterilerdir.
C. Kimyasal
tehlikeler: Kimyasal tehlikeler gıda içinde saklandığı ya da bekletildiği
kaptan çözünme sonucu geçen veya çevresel atıklardan bulaşan metaller (civa,
kurşun gibi), dioksinler, tarım ilaçları, ambalajlarından bulaşan kimyasallar,
pestisitler ve veterinerlik ilaçları kalıntıları, önerilen miktarların üzerinde
kullanılabilen gıda katkı maddeleridir.
ISO 22000 HACCP GIDA GÜVENLİĞİ YÖNETİM SİSTEMİ
Tehlike Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları Yönetim Sistemi (HACCP), hammadde temininden başlayarak, fıda hazırlama, işleme, üretim, ambalajlama, depolama ve nakliye gibi gıda zincirinin her aşamasında ve noktada tehlike analizleri yaparak, belirli normlara uygun güvenilir gıdaların üretilmesini sağlayan sistemidir. Türkiye'de 16 Kasım 1997 tarihi itivarı ile Türk gıda kodeksi ile gıda sanayiinde HACPP uygulamaları zorunlu hale getirildi.
ISO 22000 HACCP GIDA GÜVENLİĞİ YÖNETİM SİSTEMİ
Tehlike Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları Yönetim Sistemi (HACCP), hammadde temininden başlayarak, fıda hazırlama, işleme, üretim, ambalajlama, depolama ve nakliye gibi gıda zincirinin her aşamasında ve noktada tehlike analizleri yaparak, belirli normlara uygun güvenilir gıdaların üretilmesini sağlayan sistemidir. Türkiye'de 16 Kasım 1997 tarihi itivarı ile Türk gıda kodeksi ile gıda sanayiinde HACPP uygulamaları zorunlu hale getirildi.
GIDA İŞLEME
TEKNOLOJİLERİ
1.Isı
Uygulaması: Bu metodun esası; hava almayacak şekilde kapatılmış
kaplarda bulunan gıdalardaki mikroorganizmaların yüksek sıcaklıklarda
öldürülmeleridir.
2. Soğuk
Uygulaması İle Muhafaza: Bu
metodun ilkesi, düşük sıcaklık derecelerinde gıdalarda bulunan
mikroorganizmaların çoğalma ve faaliyetlerinin kesin olarak durdurulmasına
dayanır.
3.Kurutarak Muhafaza:
Gıdanın su içeriğinin azaltılmasıyla dayanım süresinin arttırılır.
4. Koruyucu
Maddelerle Muhafaza: Gıdaların dayanma süresini arttırmak için Gıda Katkı
Maddeleri Yönetmeliğinde belirtilen miktarlarda kimyasal koruyucu maddelerde
kullanılabilir. Bunlar; antimikrobialler ile antioksidanlardır.
5.Dondurma: Gıdaların zun süre bozulmadan saklanabilmesini
sağlar.
6.Fermantasyon: Fermantasyona
tabi tutulmuş gıdalar, doğal özelliğini tamamen yitirirler ve farklı özellikte
yeni bir ürün meydana gelir. En tipik örnekleri turşu ve zeytin salamurası
yapımıdır.
7.Kimyasal Maddeler
İlave Etme
a)şeker, b)tuz. c)asitler
8.Gaz Atmosferinde
Saklama: N ve CO2, yağlardaki acılaşmayı ve oksidasyonu önler.
9.Filtrasyon: Filtre
veya santrifüjleme ile sirke, şarap veya berrak meyve suları
mikroorganizmalardan arındırılabilir.
10.radyasyon: Bazı
ışınların mikroorganizmalar üzerine öldürücü etkileri vardır.”soğuk
sterilizasyon” adıyla da bilinir.
GIDA KAYNAKLI HASTALIKLAR
Gıda güvenliği yeterince sağlanmayan gıdalar zararlı hale gelerek sağlığımız için gizli bir
tehlike oluşturabilmektedir.
-Cipslerin içerdikleri
yağlar damar tıkanıklarına yol
açar, kalp krizlerine neden
olur.
- Trans yağlar; cips, margarin, kurabiye gibi rafine besinlerde bulunur ve kilo alımına sebebiyet verir..
-Doymuş yağ tüketimi günlük 20 gramı aştığında “obezite” riski %80 artıyor.
-Gıdalara kırmızı rengini veren “Karmen Kırmızısı”nın alerjiye neden olduğunu, devamlı tüketilmesi halinde ölüme götüren şok yaratabiliyor.
-Meyve suları gibi E kodu bulunan maddeler çocukların vücutlarında kaşıntı, yüzde döküntü, dikkat eksikliği gibi sorunlara neden olmaktadır.
- Trans yağlar; cips, margarin, kurabiye gibi rafine besinlerde bulunur ve kilo alımına sebebiyet verir..
-Doymuş yağ tüketimi günlük 20 gramı aştığında “obezite” riski %80 artıyor.
-Gıdalara kırmızı rengini veren “Karmen Kırmızısı”nın alerjiye neden olduğunu, devamlı tüketilmesi halinde ölüme götüren şok yaratabiliyor.
-Meyve suları gibi E kodu bulunan maddeler çocukların vücutlarında kaşıntı, yüzde döküntü, dikkat eksikliği gibi sorunlara neden olmaktadır.
27 Temmuz 2012 Cuma
Karbon Ayak İzi
Karbon ayak izi birim karbondioksit cinsinden ölçülen, kurum
veya kuruluşların ulaşım, ısınma, elektrik tüketimi vb. faaliyetlerinden
kaynaklanan toplam sera gazı emisyon miktarıdır.
Peki sera gazı nedir? Sera gazı etkisi ise şudur; Dünya’ya
gelen Güneş ışınları atmosferden geçip yeryüzüne geldiğinde bir kısmı ısı
enerjise dönüşerek aborbe edilirken bir kısmı da Dünya’dan atmosfere yansır.
Ancak bilinçsiz tüketim ve kullanım sonucu Dünya atmosferine CO2
(karbondioksit) , Su buharı , CH4 (metan) gibi zararlı gazlar
salınır. Bu gazlar ise atmosferde birikir. Bunun sonucu Dünya’ya ulaşan Güneş
Işınlarının bir kısmı ısı enerjine dönüşerek absorbe edilirken diğer bir kısmı
ise atmosferdeki sera gazı etkisi yaratan moleküller tarafından kızılötesi ışık
şeklinde tekrar Dünya’ya yayılır. Bu Dünya’nın sıcaklığını artırarak bir sera
etkisi yaratır.
Peki tek başına bir insan kendi payına düşen bu etkiyi nasıl
yaratır?
Bahsedildiği gibi sera etkisi yaratan CO2, Su
buharı, CH4 gibi zararlı gazların yayılmasıyla. İnsan faaliyetleri
açısından bu CO2 emisyonlarının ölçümüdür. Ve iki ana bileşeni
vardır.
Birincisi doğrudan/birincil ayak izi ve dolaylı/ikincil ayak izi. Birincil ayak izi evsel enerji tüketimi ve ulaşım (sözgelimi araba ve uçak)
dahil olmak üzere fosil yakıtlarının yanmasından ortaya çıkan doğrudan CO2
emisyonlarının ölçüsüdür.
İkincil ayak izi kullandığımız ürünlerin
tüm yaşam döngüsünden bu ürünlerin imalatı ve en sonunda bozulmalarıyla ilgili
olan dolaylı CO2 emisyonlarının ölçüsüdür.
Karbon Ayak İzimizi Nasıl Azaltabiliriz?
1- Mümkünse güneş enerjisi, rüzgar
enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanmak. Fosil enerji
kaynaklarının kullanımını azaltmak.
2- Ev ve işyerlerindeki çöpleri geri
dönüşüm kutularına atmak.
3- İhtiyaçlarımızda önceliğimizi geri
dönüştürülebilir, daha yeşil ürünlerden yana kullanabilir. Elektronik aletleri
satın alırken A sınıfı olanları tercih edilebilir.
4- Özel araçları trafiğe çıkmak yerine
toplu taşıma araçları kullanılabilir. Böylelikle emüsyon azaltılabilir.
5- Satın alınan ürünlerin nerelerde
üretildiği ve üretimde hangi malzemelerin kullanıldığı önemlidir. İmalat ya da
nakliyesinde yüksek emüsyona sahip ürünlerden kaçınılması doğru olur. Bunun için de daha çok yurtiçinde üretilen ve
uzun kargo süresi olmayan malzemeleri satın almak doğru olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)