Bilim insanlarının atom ve molekülleri anlamaya yönelik ilk
çabaları, kısmi bir başarı ile sınırlı kalmıştır. O günlerde fizikçiler
moleküllerin zıplayan toplar gibi davrandıklarını varsayıyordu. Bu yaklaşımla
moleküllere ilişkin bazı makroskopik olguları, örneğin gazların basıncını
açıklayabilmekteydiler. Bu model atomları bir arada tutan kuvvetleri
açıklamakta yetersiz kalmaktaydı. Atom ve molekül gibi küçük taneciklerin
özelliklerinin, büyük cisimler için önerilen yasalarla açıklanamayacağını
kavramak ve kabullenmek uzun süre almıştır.
Kuantum kuramı Planck, Einstein, Bohr, De Broglie, Schröedinger,
Heisengberg gibi bilim adamlarının katkılarıyla oluşmuş ve bu onlara Nobel
Ödülü’nü kazandırmıştır.
Bu konudaki ilk başlangıcı 1900 yılında kuant konusundaki
açıklamalarıyla fizikte yeni bir dönem başlatan Alman Fizikçi Max Plank
(1858-1947) yapmıştır. Plank, değişik sıcaklıklarda ısıtılan katıların
yayınladığı ışımaya ilişkin verileri incelemiş ve atom ve moleküllerin sadece
enerji paketçikleri (kuant) adı verilen belirli miktardaki enerjiyi
yayınladıklarını keşfetmiştir.
O zamana kadar fizikçiler, enerjinin daima sürekli olduğunu
kabul etmektedirler. Hâlbuki Plank’ın kuantum kuramı, tüm fiziği alt üst
etmiştir. Bu durumun yarattığı yoğun araştırma heyecanı, doğa kavramına yönelik
fikirleri de bütünüyle değiştirmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar, cisimlerin
belirli sıcaklıkta yayınladıkları ışıma enerjisi miktarının, ışımanın dalga
boyuna bağlı olduğunu göstermiştir. Bu bağlılığın dalga kuramı ve termodinamik
yasalar çerçevesinde açıklanması çabaları kısmen başarılı olabilmiştir. Bir
kuram kısa dalga boyu için enerji- dalga boyu ilişkisini açıklamada başarılı
olurken; uzun dalga boyundaki ışımalara açıklama getirememiştir. Bu durum,
klasik fizik yasalarında temel bir eksikliğin var olduğu kuşkusunu doğurmuştur.
Plank, bu problemi alışılagelmiş kavramlardan çok farklı bir
varsayım yardımıyla çözebilmiştir. Klasik fizik, atom ve moleküllerin herhangi
bir miktardaki enerjiyi yayınlayabileceklerini (veya soğurabileceklerini)
varsaymaktadır. Plank ise atomların ve moleküllerin enerjiyi, küçük paketler
veya demetler gibi belirli miktarda yayınlayıp soğurabileceğini savunmuştur.
Plank, enerjinin elektromanyetik ışıma
şeklinde yayınlayabilen veya soğurabilen en küçük miktarına kuantum adını
vermiştir. Tek bir kuantumun enerjisi E ise, E=hv (v=dalga frekansı, h=plank
sabiti) eşitliği ile ifade edilmiştir.
Kuantum kuramına göre, enerji daima hv’nın katları olarak yayınlanır.
Örneğin enerji hv, 2 hv, 3 hv değerlerinde olabilir. Ancak asla 1,67 hv veya
4,89 hv gibi değerlerde olamaz. Plank, kuramını ilk ortaya koyduğu günlerde
enerjinin neden sabit ya da bu şekilde kesikli paketcikler halinde (kuantlı)
olduğunu açıklayamadı. Ancak ortaya koyduğu bu hipotezle ısıtılan katıların
yayınladıkları ışımaya ilişkin deneysel veriler, elektromanyetik ışıma
bölgesinin tamamı için açıklanabilmekte ve kuantum kuramını destekler
doğrultudaydı.
Plank’ın kuantum kuramını ortaya atmasından sadece beş yıl
sonra 1905’te Albert Einstein (1879-1955), kuantum kuramının gizemini kullanarak
fotoelektrik olayını çözdü. Fotoelektrik olayda metal bir yüzeye düşürülen
ışık, yüzeyden elektron koparır. Koparılan elektron, devrede bir akım meydana getirir.
Ancak eşik frekansının altında uyarma ışığı ne kadar şiddetli olursa olsun,
elektron çıkışına neden olmaz. Bu nedenle de fotoelektrik olay ışık-dalga
kuramı ile açıklanamamıştır. Ancak Einstein sıra dışı bir yaklaşımla ışık
demetinin gerçekte bir parçacık seli olduğunu öne sürmüştür. Günümüzde bu ışık
parçacıkları foton olarak adlandırılmaktadır.
Einstein’in, Plank’ın kuantum kuramından yola çıkarak ışığın
aslında dalga olmayıp fotonlardan, yani kuantum paketçiklerinden oluştuğunu öne
sürerek sonuca açıklama getirdi. Buna göre elektronların metalden ayrılarak
serbest hale geçmeleri için, frekansı yeterince yüksek bir ışık gereklidir.
Metal yüzeyine ışık demetinin uygulanması, metal atomlarına bir foton ya da
parçacık tabancası ile ateş etmeye benzer. Eğer bu fotonları hv değeri,
elektronları metale bağlayan enerjiye tam olarak eşit ise, ışık enerjisi
(foton) metalden elektron koparmak için yeterli olacaktır.
Ancak ışığın parçacık gibi davranabileceğinin kesin kanıtı, Arthur
Holly Compton (1892-1962) tarafından 1922’de bulundu. Compton, yüksek enerjili
X ışınlarının fotonu ile karbon atomunun serbest elektronun çarpıştırılması
sonucu, fotonun momentumu varmış gibi davrandığını gözlemledi.
Newton zamanından beri ışığın davranışını anlamaya yönelik
olarak yapılan girişim ve kırınım deneyleri ışığın dalga karakterinde olması
gerektiğini söylerken, bu deneyler henüz ışığın parçacık yapısıyla açıklanamamıştı.
Bu da ışığın davranışına yönelik bir dalga-parçacık ikilemi
oluşturmuştu. Fakat aslında her iki varsayımda doğrudur. Işık bazı olaylarda
dalga, bazı olaylarda parçaçık gibi davranırken her iki özelliği de aynı anda
göstermez. Yani aynı anda hem parçacık gibi hem de dalga gibi davranamaz.
Danimarkalı bilim adamı Niels Bohr (1885-1962) ise günümüzde
de kabul edilen teorisini 1913’te oluşturdu. Bohr’un varsayımları şöyleydi:
1) Elektronlar,
protonların etrafında coulomb çekim kuvvetleri etkisi altında ( + yükün – yükü
çekmesi) , dairesel bir yörüngede hareket eder.
2) Elektronlar
çekirdeğin etrafında belirli enerji seviyelerindeki yörüngelerde dolanırlar.
Bir üst yörüngeye geçmek için enerji alırken, bir alt yörüngeye geçerken de
enerji salarlar.
3) Elektron
ancak, enerjisi E1 olan kararlı bir durumdan, daha düşük enerjili bir E2
durumuna geçiş yaptığında enerji farkıyla orantılı bir enerji yayınlar.
Bohr yaklaşımı ile helyum ve lityum gibi birden fazla
elektron içeren atomların yayılma spektrumlarını açıklayamıyordu. Ayrıca Bohr
atom modeline göre elektonlar çekirdeğin etrafında sadece belirli
uzaklıklardaki yörüngelerde dolanıyordu. Ve neden bu kısıtlamanın olduğuna dair
bir açıklama da yapılamıyordu.
Ancak 1924 yılında Fransız
fizikçisi Louis de Broglie ışık dalgalarının parçacık seli (foton) gibi
davranabilmesinden yola çıkarak: elektron gibi parçacıkların da dalga özelliği
gösterebileceğini öne sürdü. De broglie bulguları, dalgaların tanecik,
taneciklerin de dalga benzeri özellik sergileyebilecekleri sonucuna ulaşmasını
sağlamıştır. Broglie ye göre elektronlar, hem tanecik hem de dalga olarak ikili
bir doğaya sahiptirler.
1926 yılında bu sefer Avustralyalı
fizikçi Erwin Schrödinger (1887-1961) dalga fonksiyonunun uzaya ve zamana bağlı
değişimini gösteren denklemi bulmuştur. Schrödinger elektronların bir durumdan
başka bir duruma ani değişimlerini bir keman telinin titreşimleri gibi, bir
notadan diğerine geçiş olarak yorumlamıştır.
1928’de Paul Adrian Maurica Dirac
(1902-1984) özel rölavite teorisini kuantum mekaniği ile uyuşturmuştur.
Elektronların dalga özelliklerinin
keşfi, bir dalganın konumunu belirleme problemini de beraberin de getirdi.
Dalganın uzayda yayılması, konumunun tam olarak belirlenememesi sorununu ortaya
çıkarmıştı.
Elektronun olağan üstü küçük bir
kütleye sahip olması, ikili doğasını anlamayı daha da sorunlu hale getirmektedir.
Bir dalga gibi davranabilen atom boyutunda taneciklerin konumunun
belirlenmesine yönelik olarak, Alman fizikçi Werner Heisenberg (1901-1976), adı
ile anılan ünlü “Heisenberg belirsizlik ilkesini (1927)” ortaya attı: Bir taneciğe ilişkin hem konum
hem de momentum (kütle * hız) aynı anda tam olarak bilinemez. Başka bir deyişle,
bir taneciğin momentumunun kesin bir şekilde ölçülebilmesi, o taneciğin
konumunun daha az kesinlikle bilinmesi demektir. Elektronun da momentumu ve
konumu aynı anda kesin olarak ölçülemeyeceğine göre, elektronun tam olarak
tanımlanmış yörüngelerde dönen bir tanecik olarak tasarlanması da mümkün değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.